16 Şubat 2016 Salı

OSMANLI’DA VAKIFLAR

OSMANLI’DA VAKIFLAR

İnsanların, mal varlıklarının bir kısmını veya hepsini, ihtiyaç duyanların yararına sunmalarına hizmet eden kurumlara vakıf denir. Osmanlı zamanında vakıf kuran kişilere vâkıf, vakıf için bırakılan mala da mevkuf adı verilirdi. Vakıf kurmak için imzalanan belgeye de vakfiye denirdi.
Osmanlı’da vakıflar, Allah’ın sonsuz rızası için yapılırdı. Vakıf kurmak, sadece kuru bir bina yaptırmak değil, bir sosyal müessese olan o binayı asırlarca yaşatacak gelir kaynaklarını da sağlamaktı.
Vakıflar, yaratandan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin kurumlaşmış şeklidir. Diğer bir ifadeyle Allah’a adanan devretmenin ve devir almanın ebediyen menedildiği mülkiyetlerdir.
İslâm’ın dünyayı şereflendirmesi ile vakfın ilk fiilî örneğini de Peygamber Efendimiz (S.A.V) vermişlerdi. Peygamber Efendimiz (S.A.V), önce Medîne-i Münevvere’de sahibi bulunduğu yedi ayrı hurmalığını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından kendi hissesine düşeni Allah yolunda vakıf buyurmuşlardı.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in her davranışı sahâbe için kıymetli birer örnek olduğundan, bu davranışı gören sahâbe de ellerindeki imkânlardan pek çok kıymetli gelir ve emlâkı vakfetmişlerdi. Öyle ki Hazret-i Câbir: “Muhacir ve Ensar’dan imkân sahibi olup da vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.” demektedir.
Hazret-i Ömer Hayber’de ganimetten güzel bir hurmalık arazi sahibi olmuştu. Rüyasında üç gün üst üste bu araziyi infak etmesi kendisine işaret edildi. O da, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü! Nazarımda şimdiye kadar sahip olmadığım kıymette bir hurmalığa malikim. Bu hususta ne buyurursanız, öyle yapacağım.”dedi. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Dilersen bu hurmalığın aslını Allah için vakfet! Gelirini de sadaka olarak dağıt! Artık o hibe edilmez, ona vâris olunmaz, onun mahsulü yalnız infak edilir, muhtaca yedirilir.” buyurdular. Bunun üzerine sahibi olduğu bu hurmalığı vakfetti. Buradan Allah yolunda gazâ ve cihad üzere olanlar, esaretten kurtulmak isteyen köleler, misafirler ve nice ihtiyaç sahipleri faydalandı.
Sahâbenin bu infak seferberliğinden nasip alan Osmanlı da, vakıf konusunda çok büyük hizmetlerde bulundu. Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlı devrinde yaşadı. Osmanlı’da vakıflar, millet sayesinde kazanılan serveti, tekrar o toplumun yararlanmasına ve hizmetine sunan birer vefa müessesesiydi.  Osmanlı’da vakıflar,  çıkarcı ve menfaatçi bir anlayışla sadece kazanmayı ve servet edinmeyi hedefleyen değil, merhamet ve insanîyeti öne çıkartan anlayışın ortaya koyduğu birer gönül ürünleriydi.
Osmanlı, Hadîs-i şerîfte buyurulan:
“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” beyanını kendilerine düstur edinerek vakıf yoluyla sayısız muazzam ve kalıcı eserler vücuda getirdi.

Osmanlı’da kurulan vakıfların hizmet ve faaliyetleri, zengin bir içeriğe sahipti. Bunların, topluma faydalı olmak kastı ile zaman, zemin, yöreler ve eğilimlere göre çeşitlilik göstermesi, sistemin, statik değil, dinamik bir yapıya sahip olduğunun açıkça bir ifadesiydi.
Osmanlı’da vakıf ve hayır eserleri olarak, cami, mescid, tekke, zaviye, öğretmen evi, medrese, mekteb, hafız evi, hadîs evi, imaret, kervansaray, han, darüşşifa, hamam, hastane hizmetlerinin yanında su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları gibi çok önemli sosyal ihtiyaçları karşılayan müesseseler kuruldu. Ayrıca namazgâh, kütüphane, dükkân, misafirhane, kuyular, çamaşırhane, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydanları yapıldı.
Hastaneler, son derece teşkilatlı, ciddi klinik ders de görülen muazzam müesseselerdi. Kanunî’nin zevcesi Hürrem Sultan’ın Haseki Hastanesi ve  I. Abdülmecid’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan’ın Gureba Hastanesi, bugün de İstanbul’un en büyük hastaneleridir. Kanunî’nin Süleymaniye Medresesi’nin tatbikat hastanesi olan Süleymaniye Darüşşifası ise bugün askerî matbaadır. Belirli hastalıklar ve yalnız kadınlar için hastanelerde vardı. Edirne (1451) ve İstanbul Karacaahmed (1514) cüzzam hastaneleri örnek verilebilir. Hastaların bakımı, ayakta tedavileri, ilaçları hayrattı. Üsküdar Çinili Darüşşifası, Kösem Valide Sultan hayratı ise yalnız kadın akıl hastaları içindi.
İmaretler, bir diğer büyük hayır eseri çeşidiydi. Buralarda yoksullara ve yolculara bedava yemek verilirdi. Hemen hemen her yerde kurulan imaretler, daha çok kervansaraylarla birlikteydi. I. Murad’ın İznik imarethanesi günde 2.000 kişiye iki öğün yemek verirdi. İstanbul’da II. Bayezid’in imareti günde 1.000 kişiye iki öğün yemek çıkarırdı. Süleymaniye ve Fatih imaretleri de muazzam kurumlardı. En ücra köylerde bile kurulan imaretlere yoksullar davet edilip, yemek yedirilirdi. d’Ohsson, İstanbul imarethanelerinde günde 30.000’in üzerinde kişinin iki öğün yediğini kaydetmiştir. Fatih İmaretinde günde 1.650 kişi iki öğün yerdi ve ayrıca 3.300 ekmek bedava dağıtılırdı. XV. Yüzyıl’ın ilk yıllarında Bursa’da 7 imaret vardı. Schiltberger: “Buralarda gelenlerin Hristiyan, Musevi, Putperest olmalarına bakılmaksızın herkese yemek çıkarılıyordu.” demiştir. İmaret yemeklerinde koyun eti bulunması şarttı.
Kervansaraylar ise yedirip içirmekten başka barındıran, büyük ticaret yolları üzerinde, şehirlerin dışına doğru yapılmış çok büyük, bazıları müstahkem ve kale gibi hanlardı. Küçüklerine han denirdi. Osmanlı yalnız bugünkü Türkiye sınırları içerisinde 221 dev kervansaray inşa ettirmişti. Kervansaraylar, mimarî bakımdan da büyük sanat eseri niteliğinde muhteşem yapılardı.
Avrupa’nın içinde yapılan çok sayıda kervansaray herkesi Osmanlı’ya hayran bıraktı. Osmanlı’nın kervansarayları herkese açıktı. Gelenler misafirdi. Belli bir süreye kadar ne atlarından ne de sahiplerinden ücret alınırdı. Hangi ülkeden, hangi dînden olursa olsun kervansaraylar bütün insanlara açıktı.
Osmanlı bir kervansaraylar ülkesiydi. Osmanlı’nın sahip olduğu bütün topraklarda yapılan kervansaraylarda da sulh ve sükûn hâkimdi.
Ayrıca kervansaraylar; Dünyanın en hızlı posta sistemini kuran Osmanlı İmparatorluğu’nun bu mükemmel posta sistemi içinde birer istasyondu. Posta sistemi, atlarının binicilerine yol boyunca tatar denirdi. Tatar ağası da onların başındaki kişiydi. Ayrı ayrı menziller söz konusuydu. Avrupa’ya gidinceye kadar en az 13 taneden oluşan menziller o atlılar için bir duraktı. Acelesi olan tatarlar, yani haber iletenler, postacılar her durakta mutlaka at değiştirirlerdi. Dinlenmiş atla 1. menzilden 2. menzile, 1. menzilden 3. menzile ulaşırlardı. Böylece bütün Avrupa’yı 2 günde en çok 3 günde mutlaka aşarlardı. O devirdeki en hızlı posta sistemiydi. Son derece hızlı binicilerdi.
Bunlar tarihimizin, büyük Osmanlı Tarihinin kayda değer hususlarıdır.
Türbeler’in bakımı içinde vakıflar yapıldı. Osmanlı’da mesela Hindistan Türkleri’ninki gibi muazzam türbeler yaptırmak hoş görülmedi; en büyük padişahlar bile mütevazı bir kubbenin altına defnedildi. Fakat bu kubbeler bakımlı tutuldular. İstanbul’daki en kutsal türbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sancaktarı Ebu-Eyyüb’el Ensari’nin türbesidir ki; İstanbullular bu türbeye “Eyüp Sultan” derler.
Su vakıfları, bir diğer zengin çeşitti. Su, birden nüfusu artan İstanbul başta olmak üzere bütün büyük şehirlerde ve suyun uzaktan getirilmesi gerektiği mahallelerde büyük bir sorundu. Kanunî, Mekke’ye bol su getirdi ve Haremi Şerif’i 360 kubbe ile örttü. Kahire’de 55 büyük vakıf hamamı, 9.060  saray ve konak hamamı vardı.
Osmanlı Devleti can çekişirken de hayrat ruhu devam etti. Hidiv İsmail Paşa’nın kızı Fatma Hanım 18.11.1920’de 67 yaşında ölürken İstanbul Üniversitesi’ne 2.000.000 altın servetini bıraktı.
Osmanlı’da Vakıfların saymakla bitmeyecek görevlerinden bazıları şunlardı:
Fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gaziler için at yetiştirmek, fidan ve ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, yetim kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları açık havada gezdirmek, okul çocuklarına gıda ve yiyecek yardımı yapmak, fakir ve kimsesizlerin cenazesini kaldırmak vb. işler vakıfların görevleriydi.
Bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşları beslemek, göç edememiş olan hasta leyleklerin bakımı ve tedavisini yapmak…gibi uzayıp giden daha pek çok maksatla çeşitli vakıflar tesis edildi.
Fidan ve ağaç dikmek için kurulan vakıfların şehirlerin her yerini ağaçlandırmaları da Osmanlı’nın çevreye ne kadar önem verdiğinin göstergelerinden biriydi.

Bunlara ilâveten Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye ait olmak üzere binlerce vakıf kuruldu ve bunlara “Harameyn Vakfı” adı verildi. Böyle vakıflara, bugünkü gibi petrolü olmayan o mübarek topraklarda iç sulh, sükûn ve refahı sağlamak için orta Avrupa’dan Yemen’e kadar her tarafta rastlanırdı ve bunlar için ayrı bir idare kuruldu. Osmanlı’da hemen hemen her padişah, bu vakıf gelirlerine ilâveten “sürre alayı” denilen ve İstanbul’da dokunarak Kâbe’ye gönderilen örtünün gönderilişi sırasında hem Haremeyn ve hem de komşu olan halk için çeşitli hediyeler ve ihsanlarda bulunurdu ki, bu anane, devletin yıkılışına kadar devam etti.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in müjdesiyle gerçekleşen bir fetihten sonra Kostantinapol’u İslâmbol hâline getiren de bütün bu vakıfların hizmet sistemi oldu. Böylece eski isim tarihe karıştı ve bu temiz yer, İslâmbol, Derseâdet, Pâyitaht ve Âsitâne gibi isimlerle anılmaya başladı.
Başta Osmanlı padişahları olmak üzere, devlet adamları ve diğer hayırsever zenginlerin de o mübarek ve mukaddes beldelere tahsis ettikleri vakıflar sayesinde oralarda yürütülen hizmetler, bütün ehl-i İslâm’ın takdir ve şükranını kazandı.
Dünyayı ahirete hazırlık mekânı, ahireti de bu dünyanın devamı kabul eden İslâm, bu iki âlem arasında fizik beden-ruh, madde-mânâ bakımından en güzel ve mükemmel dengeyi kurdu. Böylece ahenkli ve müreffeh, yani bolluk içinde yüzen bir cemiyetin en sağlam zeminini oluşturdu.
Vakıf insanlarının en zirvesinde bulunanlar, peygamberler, velîler ve onların terbiyesinde kemâle eren mü’minlerdi. Onlar, gönüllerindeki iman heyecanını dünyanın dört bir tarafına taşıdılar, yine tarihin en güzîde altın sahifelerini doldurdular.
Osmanlı’da mürşid-i kâmillerin feyz ve ruhanîyeti ile hidayetlere vesile olundu. Tasavvufun manevî terbiye merkezleri ve birer vakıf eserleri olan tekkeler de inkişaf edip, halkı olgunlaştırdılar. Bu da ekseriya, devletin yanı sıra şahısların ruhanî gayretlerinin eseri olan vakıflarla gerçekleşti. Fertlerde diğerkâmlık, hassasiyet ve incelik doğal hale geldi. Nefs engelini aşanlar, irşad ve manevî hizmetleri ile memleket için bereketli ilkbahar yağmurları hâlinde her tarafa rahmet saçtılar.
Vefakâr mü’min kalpleri de, bu Hakk dostlarını vefatlarından sonra da unutmadılar, onları ve vakıflarını yaşatmak için, türbelerini ziyaret ederek Fâtiha ve Yâsin’ler göndererek daima yâd ettiler. Hatta Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Aziz Mahmûd Hüdaî dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahya Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yuşa tarafına doğru “Fatiha okumaya” dâvet ettiler.
Bir zamanlar halkın, büyük velîlere karşı edebi işte böyleydi!

Bugünkü toplumumuz dahi, o cömert Osmanlı ni’metleriyle beslenmektedir. Camiler, çeşmeler, askerî kışlalar, hastaneler, hatta içtiğimiz sular ve daha isimlerini sayamadığımız nice hayır hizmetleri bugün onlardan kalan muazzez emanet ve hatıralardır.
Bilhassa Osmanlı vakıf tatbikatında uyulan bir husus olarak vakfın en mühim manevî ni’metlerinden biri de yardım eden ve edilenin birbirlerini tanımamalarıdır ki, bundan murad ikiyüzlülükten kurtulup aralarında makbul olan gıyabî dua edilebilsin! Ayrıca bu yardım, mescid vâsıtası ile dağıtıldığından halkın inanç dünyasının güçlenmesine vesile de olurdu.

Osmanlı’da vakıf duyarlılığı o kadar zirveleşti ki, insanlara hizmet imkânı kemâl bulduktan sonra hayvanlara hizmet çığırı da açıldı.
Osmanlı yalnız insanların ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda hayvanların ve bitkilerin ihtiyaçlarını da düşünürdü. Gönüllüler, kuşların su ihtiyaçlarından sahipsiz bitkilerin bakımına kadar hemen her konuyla ilgilenirlerdi.
Kuşların faydalanması için mimarî yapıların üzerine, insanların erişemediği yerlere kuşevleri yaptılar. Kışın hayvanların yemesi için et vb. ürünleri dağlara bıraktılar.

Leylek Vakfı
Vakfın Adı: Mürselli İbrahim Ağa
Kurulduğu Yer: İzmir- Ödemiş
Vakfın Amacı: Ödemiş Yeni Cami çevresindeki leyleklerin beslenmesi

Yaralı kuşlara, hasta hayvanlara bile tedavi merkezleri kuruldu. Bursa’da Tahtakale semtindeki Gureba-hanei Laklakan denen leylek hastanesi, sahasında yeryüzünün tek vakfıydı.
Güvercinlere ait vakıflar da pek çoktu. Türkler, aslında eti lezzetli olan güvercini asla yemezler. Onların şehirlerde, cami avlularında uçmasından çok hoşlanırlar.
d’Ohsson bu konuda: “Türkler’in hayırseverliği hayvanlara da şamildir. Hiç kimse hayvanlara kötü muamele edemez. Türk zabıtası derhal yakasına yapışır. Hayvanları fazla çalıştırmak da yasaktır. Hergün her yerde Türkler’in hayvanlara ne kadar iyi davrandıkları görülür. Zira onlar da Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatıdır. Bu husus da şüphesiz bir millet için, şeref teşkil eder.” diye kaydetmiştir.

Başka bir vakıf da:
Vakfın Adı: Mustafa Efendi bin Ahmed
Kurulduğu Yer: İstanbul
Kuruluş Tarihi: 1731
Vakfın Amacı: Öğrencilerin her yaz pikniğe götürülmesi. Aynı zamanda İbrahim Çavuş Mahallesi’nde yaptırılan medresedeki öğrencilere ve öğretmenlerine her yıl Kurban Bayramı’nda kıyafet ve ayakkabı alınması.

Osmanlı Devleti’nde kurulan vakıf adedinin gerçek sayısı meçhuldür. Ancak 26.000  kadarı tespit edilmiştir. Bu sayılar, ecdadımızın diğerkâmlığının zirvesini ne güzel ifade eder…
Vakıfların ifa ettiği vazifeler, devletin sarsılıp dış ve iç gailelerle zayıf düştüğü dönemlerde bile devam etti ve cemiyetin yaralarına çok şifalı birer merhem oldu. Böylece en zor şartlarda ve nazik durumlarda dahi cemiyetin mağdur, mahzun ve gönlü yaralı insanlarına açılan bir şefkat kucağı daima varoldu.

Evliya Çelebi’nin Sokullu Mehmed Paşa vakfiyesindeki misafirhane ile alâkalı vermiş olduğu şu bilgi ne kadar güzeldir: “... Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikram edeler. Fakat cihan yıkılsa geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de hancılar tellâllar gibi:
“Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır?” diye nidâda bulunalar. Misafirler hep birden: “ Tamamdır. Allahû Teâla, hayır sahibine rahmet eyleye!” dediklerinde, kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak: “Gafil gitmeyin! Dikkat edin, bisatınızı (minderinizi) kaybetmeyin. Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin! Yürüyün, Allah kolay getire!” diye dua ve nasihat ile uğurlayalar.”

Bir mü’minin manevî derinliğini gösteren Nakîbü’l-Eşrâf Es’ad Efendi’nin (Nakîbü’l-Eşrâf ünvanı; seyyid ve şerif olanların işlerine bakan, Peygamber Efendimiz (S.A.V) soyundan inen veya öyle olduğuna inanılan ailelerin müşkül durumda kalmamaları için tedbir almakla görevli olanlara verilen bir ünvandı. Bir kazaskere verilen bu ünvanı alabilecek zatın, bizzat kendisinin seyyid yada şerif yani Hz. Hüseyin veya Hz. Hasan nesli olması şarttı. Birçoğu şeyhülislâm da olmuştu.) şu vakfiyesi de, dikkat çekicidir:
 “... Kıymetli ve hayırsever devlet adamlarının geçmediği ve geçmeyeceği sokaklara ve iskelelere yerleşmiş olan son derece yaşlı ve fakir kimselere veya bir hastalık sebebiyle iş yapmaya kudreti olmayan âcizlere odun, kömür ve diğer ihtiyaç maddeleri tedarik edile! Kimsesiz ve yoksul kız çocuklarından evlenme çağına gelenlerin de çeyizleri alına!..”

Batılı seyyah Hunke’nin, Müslüman hastanesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı şu bölümler, vakıf hassasiyetinin gönülleri saran ne kadar bariz bir misalidir: “Babacığım! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel! Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedavi edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel, beraber yiyelim!..”

Diğer yandan Osmanlı’da kurulan 26.000 vakfın 1400 kadarının hanımlar tarafından kurulmuş olması da, ayrıca dikkat çekicidir. Bunlardan Nur Banu Valide Sultan, İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eserler yaptırdı. Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Valide Cami, imareti, medresesi, darüşşifası ve çifte hamamı onun hayratıdır.
Mâhpeyker Kösem Valide Sultan, Yeni Cami’nin temelini attırdı. Üsküdar Çinili Cami ve yatırına mektep, çeşme, dârulhadîs, çifte hamam ve sebil ile Anadolu Kavağı’ndaki camiyi inşa ettirdi. Onun, yetim kızları muhafaza ve onları evlendirme vakfı da meşhurdu. Bundan başka daha birçok eser ve hayratı vardır.
Hatice Turhan Sultan, temeli atılan Yeni Cami’nin inşasını tamamlatıp ibadete açtı. Bunun yanında mektep, medrese, imaret, kütüphane ve çeşme hayratları yaptırdı. Ayrıca Yeni Cami vakfiyesinde dikkati çeken bir husus da, kandil ve Ramazan gecelerinde bazı çeşmelerden bal şerbeti akıtılması ve namazdan çıkan cemaate ikram edilmesinin düşünülmesiydi. Hatice Turhan Sultan, bırakmış olduğu vakfiyelerin yaşaması için zengin gelir kaynakları da hibe etti.
Pertevniyâl Valide Sultan, İstanbul Aksaray’daki Valide Cami ile Yâ Vedûd Mescidi’ni inşâ ettirdi, ayrıca kütüphane, çeşme ve mektep yaptırarak vakfetti.
Edirnekapı’da ve Üsküdar’da birer selatin cami inşa ettirmiş olan Mihrimâh Sultan, vaktiyle Harun Reşit’in hanımı Zübeyde’nin Bağdat’tan Arafat’a getirttiği suyollarının bozulduğunu ve bu sebeple hacıların Arafat günü şiddetli su sıkıntısı çektiklerini duymuştu. Bunun üzerine derhal babası Kanunî Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkarak sahibi bulunduğu bütün mücevheratı bu yolda sarf etmek için müsaade istedi. Mimar Sinan’ın da bu işe memur edilmesi talebinde bulundu. Ayrıca bu hayratının da daima gizli kalmasının teminini istedi.
Süleymaniye Cami’nin temelleri atıldıktan sonra Mimar Sinan’ın uzun bir müddet ortadan kayboluşu vardı ki, bunun sebebi pek bilinmez. Caminin temelinin oturması için böyle hareket ettiği söylenir. Hâlbuki bu müddet zarfında Sinan, Harun Reşit’in hanımı Zübeyde’nin yaptırmış olduğu suyollarını Mihrimâh Sultan’ın servetiyle yeniden tamir edip Arafat’a bol su getirmişti. Bu suyun hâlâ “Ayn-ı Zübeyde” ismiyle anılması, Mihrimâh Sultan’ın bu hayrını gizlemiş olmaktaki hassasiyetinin bir neticesidir.
Valide sultanların içinde hayrat bakımından en meşhurlarından biri de, Bezmiâlem Valide Sultan’dır ki, asırlarca hizmet veren ve tarihe mâl olan pek çok hayır hizmetleri yaptırdı. Yaptırdığı camilerin en büyüğü Dolmabahçe sarayı karşısındaki Valide Cami’ydi. Meşhur Galata Köprüsü de onun vakfiyesiydi. Valide Sultan’ın Şam’a kurduğu bir vakıf da çok önemliydi. Öyle ki vakıfın amaçları;
a)      Şam’ın tatlı suyunu hacılara ulaştırmak,
b)      Hizmetkârların kırdığı veya ziyan verdiği eşyaları, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide olmasın diye tazmin etmekti.
Hayır eli çok uzaklara kadar uzanan Valide Sultan’ın hizmetlerinin en büyüklerinden biri de şahsî servetini vakfederek yaptırdığı Gurabâ-i Müslimîn Hastanesi’ydi. Bu büyük eser, cami ve çeşmesiyle 1843 yılında hizmete açılmış olup o günden beri ümmet-i Muhammed’in fakirlerine şifa dağıtmıştır.

Osmanlı’nın ihlâsla kurduğu vakıflar, kıyamete dek faaliyetlerinin devam etmesi dua ve temennisi ile tesis edildi. Bu vakıflar, bugünkü ve yarınki insanımızın ihtiyaçlarını, cami, mektep, hastane, kışla vb. olarak gidermekte ve hizmetlerini devam ettirmektedir.
Allah yolunda infakta; sevilen şeylerden ve gönülden verme hususu çok önemlidir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

Bismillâhirrahmânirrahîm

3/ÂLİ İMRÂN-92: Len tenâlûl birre hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn(tuhibbûne), ve mâ tunfikû min şey’in fe innallâhe bihî alîm(alîmun).
Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe (Allah için vermedikçe), asla Birr’e nail olamazsınız. (Allah’ın size verdiklerinden, Allah için) bir şey infâk ettiğiniz zaman muhakkak ki Allah, onu en iyi bilendir.


Vakıf malında hassasiyet ve onun muhafazası çok önemliydi. Bunların maksadına yönelik kullanılmaları hususundaki ciddiyetin daima hatırda tutulması için genellikle vakfiyelerin ya başında veya sonunda hem hayır-dua, hem de beddualar vardı. Hayır-dua, vakfa hizmette kusur etmeyenler içindi. Beddua ise, vakfiyede belirtilen hizmeti yerine getirmeyen, yâni vakfa kötülüğü ve zararı dokunan kimseler içindi. Böyle kimseler için ekseriya şu beddua cümleleri kullanılırdı: “Her kim bu vakfın şartlarını bozar veya değiştirirse, Allah’ın, peygamberlerin, meleklerin, insanların ve bütün mahlûkatın lâneti onun üzerine olsun!..”
Bu beddua, manevî bir tehditti. Çünkü ince düşünce sahipleri, ahiretteki hesabın azapla nihayetlenmesinden korkarak böyle bir bedduaya maruz kalmak istemeyip daima gerekli hassasiyet içinde hareket ederlerdi.
Bizler de “Allah’ım! Bizlere verdiğin emanetlerin hakkını liyakatle eda etmeyi ve yaratandan dolayı yaratılanlara hizmet eden vakıf insanlarından olabilmeyi nasip eyle!”diye dua edelim…


SULTANAHMED CAMİ
Sultan I. Ahmed tarafından, 1616 yılında mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya Ayasofya`nın karşısında yaptırılan Sultanahmed Cami’si, İstanbul’un en çok turist çeken mekânları arasında ön sıralarda yer alır.
Osmanlı Sultanları ve aileleri tarafından yaptırılan ve “Sultan camileri” anlamına gelen selatin camilerinin 6.’sı olan Sultanahmed Cami’si, İznik çinileriyle bezeli olduğu için Avrupalı’lar tarafından “Mavi Cami (BlueMosque)” olarak adlandırılır.
İstanbul’un tarihî yarımadasında bulunan Sultanahmed Cami’si, Mimar Sinan sonrası klasik mimarînin en büyük ve en önemli eseri olarak biliniyor.
Caminin yapımı 1616’da tamamlanırken, yapımı 1620 yılına kadar süren külliyesinin diğer binalarının, dağınık bir düzenlemeyle yerleştirildiği görülüyor. Binaların, tüm alana hâkim ve dış avlu içinde yer alan cami ve hünkâr kasrı çevresinde işlevlerine göre dînî, eğitim yapıları ve sosyal tesisleri olarak gruplandırıldığı gözlemleniyor.
Büyük çaplı bir itibar projesi olarak yapılan Sultanahmed Cami’si ve Külliyesi’nde Mimar Sinan’ın öğrencisi Sedefkâr Mehmet Ağa, klasik geleneğin denenmemiş detaylarını kullanarak devletin siyasî gidişine paralel olarak mimarîde büyük bir atılım gerçekleştirdi.
İznik çinileriyle bezenmesi, yapının mimarî ve sanatsal açıdan dikkate şayan en önemli yanı olarak öne çıktı. Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezeli olan ve çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılması, yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye götürdü.
Sultanahmed Cami’si, aynı zamanda Türkiye`nin 6 minareli tek selatin camisi olma özelliğini taşımaktadır. Caminin 6 minaresi olmasına ilişkin aktarılan bilgi şöyledir:
Dönemin padişahı I. Ahmed, minareleri altından yaptırmak istedi. Ancak kaplamada kullanılacak olan altının değeri padişahın bütçesini fazlasıyla aştı. Caminin mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa bu emri yanlış işiterek ‘altın’ sözcüğünü ‘altı’ anlayarak camiyi 6 minareli inşa ettirdi.
Toplam 260 pencereyle aydınlatılan caminin avlusunun batı girişinde, demirden ağır bir kordon vardır. Bu kordon, avluya atıyla giren padişahın kafasını çarpmaması için eğmesini gerektirirdi. Bu durum da padişahın bile camiye girerken kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini göstermek amaçlı sembolik bir eylem olarak kabul edildi.

Sultan Ahmed Evvel Vakfı’na kayıtlı olan Sultanahmed Cami, büyük bir külliyenin ana yapısını oluşturdu.


OSMANLI’DA RAMAZAN

Allahû Teâla Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm
2 /BAKARA-183: Yâ eyyuhellezîne âmenû kutibe aleykumus sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn(tettekûne).
Ey âmenû olanlar! Oruç, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki böylece siz takva sahibi olursunuz.

Osmanlı ibadetten zevk alırdı. Eğlence anlayışları da buna göre şekillenmişti. Eğlence hayattan alınan tadı arttırmak anlamına geliyorsa, samimi inanan insan için en büyük eğlence ibadet olmalıdır. Bu nedenle ibadetler Osmanlı’da şölene benzerdi.
Bu anlamda hayatın hemen hemen her anı bayrama, şölene dönüşürdü. Bunun dışında tabiî ki başka eğlencelerde vardı. Mesela, Osmanlı Devleti’nin her yıl Kâbe’ye armağan olarak gönderdiği para ve örtüler “Sürre Alayı” ile olarak gönderilirdi.
Gönderilen örtülerin içinde en önemlisi Kâbe’ye giydirilen “kisve” ve üzerinde sultanın adını taşıyan “Kâbe Kuşağı”ydı. Sürre Alayları ile birlikte her yıl Kâbe’ye, Ravza-i Mutahhara’ya ve sahâbe mezarlarına yeni örtüler gönderilirdi. Eskileri İstanbul’a getirilirdi. Sürre Alayları’nın Başkent İstanbul çıkışı, inanan dîndar halkın nezdinde muhteşem bir eğlenceydi.
Ramazan ayının vazgeçilmezlerinden olan mahyaların hazırlanıp iki minare arasına asılması da büyük bir eğlenceydi. Halk tekbirler getirerek bu olaya eşlik eder, bu vesileyle sevap kazanacağına inanır, hem de eğlenirdi. 
İftar sofraları Osmanlı aileleri için şölene, yemek de merasime dönüşürdü. İftar vakti yaklaşırken okunan “Muhammediye”ler, Peygamber Efendimiz (S.A.V) sevgisinin yüreklerde doruğa çıkmasına hizmet ederdi. Muhammediye okumak ve dinlemekte bir eğlenceydi.
Yaşlıların sofraya oturmadan önce sünnet üzere ellerini yıkamaları bile bir merasim havası içinde olurdu. Evin genç hanımı bakır leğen getirir, ibrikle su döker, yaşlılar sırayla ellerini yıkayıp tutulan peşkirle kurularlardı. Çocuklar ağır ve düzenli hareketlerle ellerini yıkayan yaşlıları dikkatle izlerlerdi. Onların yaptığı hareketleri yaparak eğlenirlerdi.
Kadınlar ise mukabelelere giderlerdi. Büyük camileri gezerek İstanbul’un meşhur imamlarının arkasında teravih namazı kılarlardı. Eğer Ramazan yaz ayına denk gelmişse ailece mesire yerlerine gidilir, salıncaklara binilirdi. Bütün bunlar ve benzerleri o devirde insanları eğlendiren şeylerdi.
Değerli öğrenciler Osmanlı’da hayat âhirete dönüktü, âhiretle bütünleşmişti. Âhirete dönük olduğu için ciddiyetsizliklere yer yoktu.

Ramazan Hilali
Öncelikle Ramazan’ın birinci gününde hilalin gerçekleşmesi çok önemliydi. Ramazan ayının başlaması için hilali görmek şarttı. Her ne kadar takvimler yazsa da Osmanlı bu astronomik tayini hatalı bulurdu. Bu Ramazan hilalini görme meselesi ile İstanbul Kadılığı meşgul olurdu.
İstanbul’da güçlük çekmeden hilalin görüldüğü yerler: Beyazıd, Fatih, Süleymaniye, Çarşamba, Cerrahpaşa, Edirnekapı camilerinin minareleriydi. Hilali görenler kadı huzuruna alınırdı. En az iki şahitle tasdiklenen gerçekleşme olayından sonra hilali görene para verilirdi. İyice sorgulandıktan ve ispat edildikten sonra bu kişilere itimat edilirdi. Hemen şerriye siciline işlenir kadının onayı ile Süleymaniye Cami’sinin kandilleri yakılırdı. Bu Ramazan’ın başladığı anlamına gelirdi.

Ramazan Davulcuları
Osmanlı’da Ramazan davulcuları aslında mahalle bekçileriydi. Babadan oğula devredilen bu mesleğe “Ramazan’da insanları güzel bir şekilde sahura kaldırmak” gibi farklı bir işlev yüklenirdi. Ramazan davulcuları her Ramazan gecesi için ayrı bir mani okurlardı. Bu işe mahallenin güzel sesli delikanlıları da oldukça meraklıydılar. Sahur vaktinde mahallelerde maniler okumak ve bu manileri dinlemek başlı başına bir eğlenceydi. Ayrıca bahşişleri toplayacak olan yine Ramazan davulcularıydı.
İstanbul’da ilk önce Sultanahmed Cami’nin mahyaları yanardı. Bunu gören diğer camilerin mahyaları da birer birer ard arda yanmaya başlarlardı. Artık Ramazan davulcuları iş başındaydı. Çocukların arkasına takıldığı Ramazan davulcuları mahalle mahalle Ramazan’ı müjdelemekteydi.

Aldanma sağa sola
Gel gidelim Hak yola
Güzel oruç tutanın
Akibeti hayrola

Bu aya hürmet gerek
Ni’mete şükür gerek
Mübarek Ramazan’da
Hakk’a ibadet gerek


Ramazan Tembihnameleri
Devlet yönetimi, Ramazan ayı başlamadan önce Şaban ayında “Ramazan Tenbihnamesi” adı altında halka yönelik bir dizi emir yayınlardı. Bu tembihnamelerde, halkın dînî emirlere daha sıkı sarılıp, ibadetle meşgul ve edepli olması istenirdi. İmam ve vaizler camilerde, bekçiler ve tellallar mahallelerde, işletmeciler tarafından da hanlarda devletin Ramazan tembihleri duyurulurdu. 19. Yüzyıl’ın ilk yarısında, Sultan II. Mahmud döneminden itibaren Ramazan Tembihnameleri Osmanlı Devleti’nin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi’de ilân edilmeye ve ayrıca broşür olarak bastırılıp, halka dağıtılmaya başlandı.
Tembihnamelerde, Ramazan ayını ilgilendiren düzenlemelerin yanı sıra şehir hayatıyla ilgili düzenlemeler de yer alırdı. Güvenlik güçlerine Ramazan ayında halkın ilân edilen kurallara uyup uymadığına dikkat etmesi ve gereğini yapması emredilir, devlet büyükleri tarafından yapılan tembihlere uymayanlara cezalar verilirdi.
Ramazan gelmeden önce üzerinde titizlikle durulan bir diğer konu da fırsatçıların durumdan istifade ederek yiyecek fiyatlarını artırmalarının engellenmesiydi. Halkın yiyecek sıkıntısı çekmemesi ve fiyatların artmaması için sıkı sıkı önlemler alınırdı. Yiyeceklerin fiyatı, özellikle unlu mamullerin gramajları ve içlerine nelerin konulacağı devlet tarafından ilan edilir ve sıkı sıkı emirlere uyulup uyulmadığı takip edilirdi.

Diş Kirası
Padişah sarayda fakirler için özel sofralar hazırlatırdı. Saraya iftara gelen kişilere iftardan sonra “Diş Kirası” adında bahşiş dağıtılırdı.
Zengin kimseler özel yemek yerleri açarlardı. Osmanlı döneminde varlıklı aileler iftar yemekleri verirken zengin-fakir ayırt etmeden herkesi davet eder, çat kapı bir misafir gelsin diye de dua ederlerdi. Ev sahibi iftar bittikten sonra misafirlerine “zahmet edip davetime geldiniz, dişlerinizi bize sevap kazandırmak için kullandınız” diyerek çeşitli hediyeler verirdi.
Diş kirası denen bu gelenek milletimizin nazik, ince ruhlu ve saygılı tarafını göstermektedir.

Sultan IV. Mehmed’in annesi Hatice Sultan’ın, Galata Köprüsü’nün başını süsleyen ve Sinan mektebinin bir şaheseri olan Yeni Cami’yi ve yanına da onun kadar muhteşem bir vakıf yaptırdı. 116 kişinin vazife aldığı bu cami ve vakıfta, yaz ayları boyunca içine kar atılıp soğutmak suretiyle halka şerbet dağıtılıp bu iş için her sene 20.000 akçe tahsis edilirdi. Ayrıca Hatice Sultan: “Bu vakfiye şartlarını her kim değiştirirse günahı onların üzerine olsun. Allah, işiten ve bilendir” diye başlayan bu vakfiyesine, “Ramazanlarda, teravih namazından sonra, caminin üç kapısından Atina balından yapılmış şerbet dağıtılsın. Eğer Ramazan yaza rastlarsa şerbete kar konsun. Her sene şerbet için 3000 okkalık Atina balı alınsın ve her kapı için, her gece 33 okkalık baldan şerbet yapılarak ikişer şerbetçi tarafından cemaate dağıtılsın ”diye hayır hasenat için yapılması gerekenleri yazdırdı.
Vakıf zengini olan Osmanlı da, sadece Ramazan-ı Şerifler’de camilerde hurma, zeytin gibi iftariyelikleri dağıtmakla vazifeli bir vakıf vardı.

Camiler sabaha kadar açık
Osmanlı’da Ramazan ayında camiler sabaha kadar açık olurdu. İnsanlar burada itikafa çekilebilirlerdi. Osmanlı dönemi seyyahlarının ilettiğine göre camiler dolar taşardı. Ramazan ayına has ibadetlerden bir diğeri de camilerde, büyük konaklarda ve bazı evlerde mukabele okunmasıydı. Ay boyunca güzel sesli hafızların okuduğu Kur’ân-ı Kerim Ramazan ayı sonuna gelindiğinde hatmedilmiş olurdu. Münacatlar dînî musikimizin formlarından olup besteli de okunmaktaydı. Ramazan aylarında teravih namazından sonra müezzinler tarafından minarede, çoğunlukla Arapça yazılmış, Allah’dan niyaz ifade eden manzum münacatlar okunur, dua kapılarından toplu dualarla istifade edilmeye çalışılırdı.

Huzur Dersleri
Ramazan ayının ilk gününden başlayarak, toplam sekiz derste sona ermek üzere sarayda padişahın huzurunda “mukarrir” adı verilen zamanın tanınmış âlimleri tarafından verilen derslere “Huzur Dersleri” adı verilirdi. Bunlara “Huzur-ı Hümayun Dersleri” de denirdi.
Tümüyle tefsirden oluşan bu derslerin kökeninin Osman Gazi’ye kadar uzandığı ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar sürdürüldüğü görülmektedir. Dersler saray salonlarından birinde öğle ile ikindi arasında gerçekleştirilirdi. Huzur dersleri son dönemlerde sekiz dersten oluşurdu ve Ramazan ayının ilk on gününde tamamlanırdı. Her ders bir mukarrir ve on beş muhataptan oluşurdu. (Mukarrir: bir mevzuyu açıklayarak anlatan) Dersler genellikle iki saat kadar sürerdi. Mukarrirlerin cüppeleri siyah, muhatapların mavi renkte olurdu. Mukarrir dersini bitirdikten sonra muhataplardan rütbesi en yüksek olandan başlamak üzere kendisine sorular sorulurdu. Bu sorular, konuşulan konuya ilişkin olur ve mukarriri zor duruma düşürecek cinsten, konu dışı sorular olmazdı. Daha sonra mukarririn duâsıyla derslere son verilirdi. Dersler bittikten sonra mukarrirlere bir miktar atiyye (hediye, bahşiş) ile birer bohça verilirdi. Bohçalar mukarrirlerin rütbelerine göre olmayıp, herkese aynı ölçüde verilirdi. Muhataplara ise yalnızca bir miktar atiyye verilirdi.
 Huzur dersleri padişah huzurunda yapılması sebebiyle “huzur” adını almıştı. Fakat aynı zamanda ikinci anlamı da huzur vermesiydi.

Öncelik Ulemânın
Veziriazam ve rical-i devlet Ramazan ayının 4. gününden itibaren sıra ile ulema, askerî sınıf ve bürokratları saraya iftara davet ederdi. Saray davetlerine önce ulema sınıfının davet edilmesi çok manidardı. Saraya iftara davet edilenlerin isimleri liste halinde padişaha sunulurdu. Davete ilk gelen ulema sınıfıydı. Daha sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ve Nakibü-l Eşraf tarafından belirlenen Peygamber Efendimiz (S.A.V) soyundan gelenler saraya gelirdi. İftarlar ve saraydan ayrılış törenle olurdu. Ramazan’ın 24. günü sarayda padişaha hizmet eden kâhya, bostancı başı ve kapıcılara verilen davetle iftar davetleri sona ererdi.
Padişahlar iftarlarını genelde sarayda yapar ve askerî sınıfı da davet ederlerdi. Özellikle II. Abdülhamid, Yıldız Sarayı’nda askerlere birçok davet verdi.

Baklava Alayı
Osmanlı’da 17. Yüzyıl’ın sonlarında veya 18. Yüzyıl’ın başlarında “Baklava Alayı Geleneği” ortaya çıktı. Ramazan ayının ortasında, padişahın askere iltifatı olarak, saraydan Yeniçeri Ocağı’na baklava giderdi. Her on askere bir sini baklava hazırlanır ve saray mutfağı önünde dizilirdi. Silahtar Ağa, bir numaralı yeniçeri olan padişah adına ilk siniyi teslim aldıktan sonra, diğer sinilerin her birini ikişer asker nizamî olarak yüklenirdi. Her bölüğün âmirleri önde, baklava sinilerini taşıyanlar arkada, açılan kapılardan dışarı çıkarak kışlalara doğru yürüyüşe geçerlerdi. Baklavayı Osmanlı saltanatının bir sembolü haline getiren bu gelenek, Yeniçeri Ocağı ile birlikte tarihe karıştı.

Padişahların Halka Karışması
Padişahlar halkın durumunu görmek için ve sohbetlerine katılmak için Ramazan aylarında da kıyafet değiştirip halk arasına katılırlardı. Özellikle I. Abdülhamid bunu sık sık tekrarlardı. Genelde ulema kılığına girerdi. Sabah namazında dışarı çıkar, ikindi namazına kadar halkın temel ihtiyacı olan et, süt, yumurta fiyatlarını kontrol ederdi. Bazen de iftara bir haneye konuk olurdu. Teravih namazlarını da halkla Eyüp, Ayasofya, Tophane, Valide Sultan camilerinde kılardı.

Osmanlı döneminde yine birçok zengin kıyafet değiştirip esnaflar arasında gezer esnaflardan borç defterlerini (Zimem Defteri) çıkarılmasını isterlerdi. Borcu olan insanların borcunu sildirip “Allah kabul etsin” der çıkarlardı. İnsanlar borçlarının kim tarafından silindiğini bile bilmezlerdi.

Hırka-i Saadet ve Devletin Zirvesi
Yavuz Sultan Selim’le Topkapı Sarayı’nda bir gelenek başladı. Ramazan ayının 15. günü Hz. Muhammed (S.A.V)’in Hırka-i Şerifi, 15 tane Hassa Ağası tarafından Revan Köşkü’ne alınırdı. Gül kokuları ile yıkanmış odayı başta padişah olmak üzere sadrazam ve rical-i devlet ziyaret ederdi. Tüm Yeniçeriler, Yeniçeri ağaları, Sadrazamlar, Şeyhül-İslâm Topkapı Sarayı’nın Babüs-saadet kapısı önünde toplanıp, Ayasofya Cami’ne öğle namazına giderlerdi. Namazdan sonra topluca Hırka-i Saadet dairesine girilirdi. Bu esnada Kur’ân-ı Kerim okunurdu. Padişah altın muhafazalara alınmış sandukaları açarak Hırka-i Şerifi çıkarır ve öperdi. Daha sonra sadrazamlar ve bazı devlet adamları da Hırka-i Şerifi öperler, dua ederlerdi. Bu gelenek yüzyıllarca devam etti; hatta meşrutiyet döneminde bile uygulandı. Topkapı Sarayı’nın kutsal emanetler bölümünde güzel sesli hafızlar 24 saat Kur’ân-ı Kerim okurdu. Şimdi hala bu gelenek devam etmektedir.
Ayrıca, Yavuz Sultan Selim, Ramazan ayında da Ayasofya Cami’ni ziyaret eder ve teravih namazını kılardı.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.