OSMANLI’DA
VAKIFLAR
İnsanların, mal
varlıklarının bir kısmını veya hepsini, ihtiyaç duyanların yararına sunmalarına
hizmet eden kurumlara vakıf denir. Osmanlı zamanında vakıf kuran kişilere
vâkıf, vakıf için bırakılan mala da mevkuf adı verilirdi. Vakıf
kurmak için imzalanan belgeye de vakfiye denirdi.
Osmanlı’da vakıflar,
Allah’ın sonsuz rızası için yapılırdı. Vakıf kurmak, sadece kuru bir bina
yaptırmak değil, bir sosyal müessese olan o binayı asırlarca yaşatacak gelir
kaynaklarını da sağlamaktı.
Vakıflar, yaratandan ötürü
yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin kurumlaşmış şeklidir. Diğer bir
ifadeyle Allah’a adanan devretmenin ve devir almanın ebediyen menedildiği
mülkiyetlerdir.
İslâm’ın dünyayı
şereflendirmesi ile vakfın ilk fiilî örneğini de Peygamber Efendimiz (S.A.V)
vermişlerdi. Peygamber Efendimiz (S.A.V), önce Medîne-i Münevvere’de sahibi
bulunduğu yedi ayrı hurmalığını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından
kendi hissesine düşeni Allah yolunda vakıf buyurmuşlardı.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in her davranışı sahâbe için kıymetli birer örnek olduğundan, bu
davranışı gören sahâbe de ellerindeki imkânlardan pek çok kıymetli gelir ve
emlâkı vakfetmişlerdi. Öyle ki Hazret-i Câbir: “Muhacir ve Ensar’dan imkân
sahibi olup da vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.” demektedir.
Hazret-i Ömer Hayber’de
ganimetten güzel bir hurmalık arazi sahibi olmuştu. Rüyasında üç gün üst üste
bu araziyi infak etmesi kendisine işaret edildi. O da, Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’e gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü! Nazarımda şimdiye kadar sahip olmadığım
kıymette bir hurmalığa malikim. Bu hususta ne buyurursanız, öyle
yapacağım.”dedi. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Dilersen bu hurmalığın aslını Allah
için vakfet! Gelirini de sadaka olarak dağıt! Artık o hibe edilmez, ona vâris
olunmaz, onun mahsulü yalnız infak edilir, muhtaca yedirilir.” buyurdular.
Bunun üzerine sahibi olduğu bu hurmalığı vakfetti. Buradan Allah yolunda gazâ
ve cihad üzere olanlar, esaretten kurtulmak isteyen köleler, misafirler ve nice
ihtiyaç sahipleri faydalandı.
Sahâbenin bu infak
seferberliğinden nasip alan Osmanlı da, vakıf konusunda çok büyük hizmetlerde
bulundu. Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlı devrinde yaşadı. Osmanlı’da vakıflar,
millet sayesinde kazanılan serveti, tekrar o toplumun yararlanmasına ve
hizmetine sunan birer vefa müessesesiydi.
Osmanlı’da vakıflar, çıkarcı ve
menfaatçi bir anlayışla sadece kazanmayı ve servet edinmeyi hedefleyen değil,
merhamet ve insanîyeti öne çıkartan anlayışın ortaya koyduğu birer gönül
ürünleriydi.
Osmanlı, Hadîs-i şerîfte
buyurulan:
“İnsanların en hayırlısı,
insanlara faydalı olandır.” beyanını kendilerine düstur edinerek vakıf yoluyla
sayısız muazzam ve kalıcı eserler vücuda getirdi.
Osmanlı’da kurulan
vakıfların hizmet ve faaliyetleri, zengin bir içeriğe sahipti. Bunların,
topluma faydalı olmak kastı ile zaman, zemin, yöreler ve eğilimlere göre
çeşitlilik göstermesi, sistemin, statik değil, dinamik bir yapıya sahip
olduğunun açıkça bir ifadesiydi.
Osmanlı’da vakıf ve hayır
eserleri olarak, cami, mescid, tekke, zaviye, öğretmen evi, medrese, mekteb,
hafız evi, hadîs evi, imaret, kervansaray, han, darüşşifa, hamam, hastane
hizmetlerinin yanında su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar,
kaldırımlar, aşevleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları gibi çok önemli sosyal
ihtiyaçları karşılayan müesseseler kuruldu. Ayrıca namazgâh, kütüphane, dükkân,
misafirhane, kuyular, çamaşırhane, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri, ok ve
güreş meydanları yapıldı.
Hastaneler,
son derece teşkilatlı, ciddi klinik ders de görülen muazzam müesseselerdi.
Kanunî’nin zevcesi Hürrem Sultan’ın Haseki Hastanesi ve I. Abdülmecid’in annesi Bezm-i Alem Valide
Sultan’ın Gureba Hastanesi, bugün de İstanbul’un en büyük hastaneleridir.
Kanunî’nin Süleymaniye Medresesi’nin tatbikat hastanesi olan Süleymaniye
Darüşşifası ise bugün askerî matbaadır. Belirli hastalıklar ve yalnız kadınlar
için hastanelerde vardı. Edirne (1451) ve İstanbul Karacaahmed (1514) cüzzam
hastaneleri örnek verilebilir. Hastaların bakımı, ayakta tedavileri, ilaçları
hayrattı. Üsküdar Çinili Darüşşifası, Kösem Valide Sultan hayratı ise yalnız
kadın akıl hastaları içindi.
İmaretler, bir
diğer büyük hayır eseri çeşidiydi. Buralarda yoksullara ve yolculara bedava
yemek verilirdi. Hemen hemen her yerde kurulan imaretler, daha çok
kervansaraylarla birlikteydi. I. Murad’ın İznik imarethanesi günde 2.000 kişiye
iki öğün yemek verirdi. İstanbul’da II. Bayezid’in imareti günde 1.000 kişiye
iki öğün yemek çıkarırdı. Süleymaniye ve Fatih imaretleri de muazzam
kurumlardı. En ücra köylerde bile kurulan imaretlere yoksullar davet edilip, yemek
yedirilirdi. d’Ohsson, İstanbul imarethanelerinde günde 30.000’in üzerinde
kişinin iki öğün yediğini kaydetmiştir. Fatih İmaretinde günde 1.650 kişi iki
öğün yerdi ve ayrıca 3.300 ekmek bedava dağıtılırdı. XV. Yüzyıl’ın ilk
yıllarında Bursa’da 7 imaret vardı. Schiltberger: “Buralarda gelenlerin
Hristiyan, Musevi, Putperest olmalarına bakılmaksızın herkese yemek çıkarılıyordu.”
demiştir. İmaret yemeklerinde koyun eti bulunması şarttı.
Kervansaraylar ise
yedirip içirmekten başka barındıran, büyük ticaret yolları üzerinde, şehirlerin
dışına doğru yapılmış çok büyük, bazıları müstahkem ve kale gibi hanlardı.
Küçüklerine han denirdi. Osmanlı yalnız bugünkü Türkiye sınırları içerisinde
221 dev kervansaray inşa ettirmişti. Kervansaraylar, mimarî bakımdan da büyük
sanat eseri niteliğinde muhteşem yapılardı.
Avrupa’nın içinde yapılan
çok sayıda kervansaray herkesi Osmanlı’ya hayran bıraktı. Osmanlı’nın
kervansarayları herkese açıktı. Gelenler misafirdi. Belli bir süreye kadar ne
atlarından ne de sahiplerinden ücret alınırdı. Hangi ülkeden, hangi dînden
olursa olsun kervansaraylar bütün insanlara açıktı.
Osmanlı bir kervansaraylar
ülkesiydi. Osmanlı’nın sahip olduğu bütün topraklarda yapılan kervansaraylarda
da sulh ve sükûn hâkimdi.
Ayrıca kervansaraylar;
Dünyanın en hızlı posta sistemini kuran Osmanlı İmparatorluğu’nun bu mükemmel
posta sistemi içinde birer istasyondu. Posta sistemi, atlarının binicilerine
yol boyunca tatar denirdi. Tatar ağası da onların başındaki kişiydi. Ayrı ayrı
menziller söz konusuydu. Avrupa’ya gidinceye kadar en az 13 taneden oluşan
menziller o atlılar için bir duraktı. Acelesi olan tatarlar, yani haber
iletenler, postacılar her durakta mutlaka at değiştirirlerdi. Dinlenmiş atla 1.
menzilden 2. menzile, 1. menzilden 3. menzile ulaşırlardı. Böylece bütün
Avrupa’yı 2 günde en çok 3 günde mutlaka aşarlardı. O devirdeki en hızlı posta
sistemiydi. Son derece hızlı binicilerdi.
Bunlar tarihimizin, büyük Osmanlı Tarihinin kayda değer
hususlarıdır.
Türbeler’in bakımı içinde vakıflar
yapıldı. Osmanlı’da mesela Hindistan Türkleri’ninki gibi muazzam türbeler
yaptırmak hoş görülmedi; en büyük padişahlar bile mütevazı bir kubbenin altına
defnedildi. Fakat bu kubbeler bakımlı tutuldular. İstanbul’daki en kutsal
türbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sancaktarı Ebu-Eyyüb’el Ensari’nin
türbesidir ki; İstanbullular bu türbeye “Eyüp Sultan” derler.
Su vakıfları, bir diğer zengin
çeşitti. Su, birden nüfusu artan İstanbul başta olmak üzere bütün büyük
şehirlerde ve suyun uzaktan getirilmesi gerektiği mahallelerde büyük bir
sorundu. Kanunî, Mekke’ye bol su getirdi ve Haremi Şerif’i 360 kubbe ile örttü.
Kahire’de 55 büyük vakıf hamamı, 9.060
saray ve konak hamamı vardı.
Osmanlı Devleti can çekişirken de hayrat ruhu devam etti. Hidiv
İsmail Paşa’nın kızı Fatma Hanım 18.11.1920’de 67 yaşında ölürken İstanbul
Üniversitesi’ne 2.000.000 altın servetini bıraktı.
Osmanlı’da Vakıfların
saymakla bitmeyecek görevlerinden bazıları şunlardı:
Fakirlere yakacak temin
etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse
ve kapların yerine yenilerini almak, gaziler için at yetiştirmek, fidan ve ağaç
dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, yetim
kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve
muhtaçlara yardım etmek, çocukları açık havada gezdirmek, okul çocuklarına gıda
ve yiyecek yardımı yapmak, fakir ve kimsesizlerin cenazesini kaldırmak vb.
işler vakıfların görevleriydi.
Bayramlarda çocukları ve
kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda
bulunmak, kış aylarında kuşları beslemek, göç edememiş olan hasta leyleklerin
bakımı ve tedavisini yapmak…gibi uzayıp giden daha pek çok maksatla çeşitli
vakıflar tesis edildi.
Fidan ve ağaç dikmek için
kurulan vakıfların şehirlerin her yerini ağaçlandırmaları da Osmanlı’nın
çevreye ne kadar önem verdiğinin göstergelerinden biriydi.
Bunlara ilâveten Mekke-i
Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye ait olmak üzere binlerce vakıf kuruldu ve
bunlara “Harameyn Vakfı” adı verildi. Böyle vakıflara, bugünkü gibi petrolü
olmayan o mübarek topraklarda iç sulh, sükûn ve refahı sağlamak için orta
Avrupa’dan Yemen’e kadar her tarafta rastlanırdı ve bunlar için ayrı bir idare
kuruldu. Osmanlı’da hemen hemen her padişah, bu vakıf gelirlerine ilâveten
“sürre alayı” denilen ve İstanbul’da dokunarak Kâbe’ye gönderilen örtünün
gönderilişi sırasında hem Haremeyn ve hem de komşu olan halk için çeşitli
hediyeler ve ihsanlarda bulunurdu ki, bu anane, devletin yıkılışına kadar devam
etti.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in müjdesiyle gerçekleşen bir fetihten sonra Kostantinapol’u İslâmbol
hâline getiren de bütün bu vakıfların hizmet sistemi oldu. Böylece eski isim
tarihe karıştı ve bu temiz yer, İslâmbol, Derseâdet, Pâyitaht ve Âsitâne gibi
isimlerle anılmaya başladı.
Başta Osmanlı padişahları
olmak üzere, devlet adamları ve diğer hayırsever zenginlerin de o mübarek ve
mukaddes beldelere tahsis ettikleri vakıflar sayesinde oralarda yürütülen
hizmetler, bütün ehl-i İslâm’ın takdir ve şükranını kazandı.
Dünyayı ahirete hazırlık
mekânı, ahireti de bu dünyanın devamı kabul eden İslâm, bu iki âlem arasında
fizik beden-ruh, madde-mânâ bakımından en güzel ve mükemmel dengeyi kurdu. Böylece
ahenkli ve müreffeh, yani bolluk içinde yüzen bir cemiyetin en sağlam zeminini
oluşturdu.
Vakıf insanlarının en
zirvesinde bulunanlar, peygamberler, velîler ve onların terbiyesinde kemâle
eren mü’minlerdi. Onlar, gönüllerindeki iman heyecanını dünyanın dört bir
tarafına taşıdılar, yine tarihin en güzîde altın sahifelerini doldurdular.
Osmanlı’da mürşid-i
kâmillerin feyz ve ruhanîyeti ile hidayetlere vesile olundu. Tasavvufun manevî
terbiye merkezleri ve birer vakıf eserleri olan tekkeler de inkişaf edip, halkı
olgunlaştırdılar. Bu da ekseriya, devletin yanı sıra şahısların ruhanî
gayretlerinin eseri olan vakıflarla gerçekleşti. Fertlerde diğerkâmlık,
hassasiyet ve incelik doğal hale geldi. Nefs engelini aşanlar, irşad ve manevî
hizmetleri ile memleket için bereketli ilkbahar yağmurları hâlinde her tarafa
rahmet saçtılar.
Vefakâr mü’min kalpleri de,
bu Hakk dostlarını vefatlarından sonra da unutmadılar, onları ve vakıflarını
yaşatmak için, türbelerini ziyaret ederek Fâtiha ve Yâsin’ler göndererek daima
yâd ettiler. Hatta Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz
seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Aziz Mahmûd Hüdaî
dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahya Efendi dergâhına, Beykoz’dan
geçerken de Hazret-i Yuşa tarafına doğru “Fatiha okumaya” dâvet ettiler.
Bir zamanlar halkın, büyük
velîlere karşı edebi işte böyleydi!
Bugünkü toplumumuz dahi, o
cömert Osmanlı ni’metleriyle beslenmektedir. Camiler, çeşmeler, askerî
kışlalar, hastaneler, hatta içtiğimiz sular ve daha isimlerini sayamadığımız
nice hayır hizmetleri bugün onlardan kalan muazzez emanet ve hatıralardır.
Bilhassa Osmanlı vakıf
tatbikatında uyulan bir husus olarak vakfın en mühim manevî ni’metlerinden biri
de yardım eden ve edilenin birbirlerini tanımamalarıdır ki, bundan murad
ikiyüzlülükten kurtulup aralarında makbul olan gıyabî dua edilebilsin! Ayrıca
bu yardım, mescid vâsıtası ile dağıtıldığından halkın inanç dünyasının
güçlenmesine vesile de olurdu.
Osmanlı’da vakıf duyarlılığı
o kadar zirveleşti ki, insanlara hizmet imkânı kemâl bulduktan sonra hayvanlara
hizmet çığırı da açıldı.
Osmanlı yalnız insanların
ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda hayvanların ve bitkilerin ihtiyaçlarını da
düşünürdü. Gönüllüler, kuşların su ihtiyaçlarından sahipsiz bitkilerin bakımına
kadar hemen her konuyla ilgilenirlerdi.
Kuşların faydalanması için
mimarî yapıların üzerine, insanların erişemediği yerlere kuşevleri yaptılar.
Kışın hayvanların yemesi için et vb. ürünleri dağlara bıraktılar.
Leylek Vakfı
Vakfın Adı: Mürselli İbrahim
Ağa
Kurulduğu Yer: İzmir- Ödemiş
Vakfın Amacı: Ödemiş Yeni
Cami çevresindeki leyleklerin beslenmesi
Yaralı kuşlara, hasta
hayvanlara bile tedavi merkezleri kuruldu. Bursa’da Tahtakale semtindeki
Gureba-hanei Laklakan denen leylek hastanesi, sahasında yeryüzünün tek vakfıydı.
Güvercinlere ait vakıflar da
pek çoktu. Türkler, aslında eti lezzetli olan güvercini asla yemezler. Onların
şehirlerde, cami avlularında uçmasından çok hoşlanırlar.
d’Ohsson bu konuda: “Türkler’in
hayırseverliği hayvanlara da şamildir. Hiç kimse hayvanlara kötü muamele
edemez. Türk zabıtası derhal yakasına yapışır. Hayvanları fazla çalıştırmak da
yasaktır. Hergün her yerde Türkler’in hayvanlara ne kadar iyi davrandıkları
görülür. Zira onlar da Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatıdır. Bu husus da şüphesiz bir
millet için, şeref teşkil eder.” diye kaydetmiştir.
Başka bir vakıf da:
Vakfın Adı: Mustafa Efendi
bin Ahmed
Kurulduğu Yer: İstanbul
Kuruluş Tarihi: 1731
Vakfın Amacı: Öğrencilerin
her yaz pikniğe götürülmesi. Aynı zamanda İbrahim Çavuş Mahallesi’nde
yaptırılan medresedeki öğrencilere ve öğretmenlerine her yıl Kurban Bayramı’nda
kıyafet ve ayakkabı alınması.
Osmanlı Devleti’nde kurulan
vakıf adedinin gerçek sayısı meçhuldür. Ancak 26.000 kadarı tespit edilmiştir. Bu sayılar,
ecdadımızın diğerkâmlığının zirvesini ne güzel ifade eder…
Vakıfların ifa ettiği
vazifeler, devletin sarsılıp dış ve iç gailelerle zayıf düştüğü dönemlerde bile
devam etti ve cemiyetin yaralarına çok şifalı birer merhem oldu. Böylece en zor
şartlarda ve nazik durumlarda dahi cemiyetin mağdur, mahzun ve gönlü yaralı
insanlarına açılan bir şefkat kucağı daima varoldu.
Evliya Çelebi’nin Sokullu
Mehmed Paşa vakfiyesindeki misafirhane ile alâkalı vermiş olduğu şu bilgi ne
kadar güzeldir: “... Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp
içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikram edeler. Fakat cihan yıkılsa
geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti
geldiğinde de hancılar tellâllar gibi:
“Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz
tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır?” diye nidâda bulunalar. Misafirler hep
birden: “ Tamamdır. Allahû Teâla, hayır sahibine rahmet eyleye!” dediklerinde,
kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak: “Gafil gitmeyin! Dikkat
edin, bisatınızı (minderinizi) kaybetmeyin. Tanımadığınız
kimseleri arkadaş edinmeyin! Yürüyün, Allah kolay getire!” diye dua ve nasihat
ile uğurlayalar.”
Bir mü’minin manevî
derinliğini gösteren Nakîbü’l-Eşrâf Es’ad Efendi’nin (Nakîbü’l-Eşrâf
ünvanı; seyyid ve şerif olanların işlerine bakan, Peygamber Efendimiz (S.A.V)
soyundan inen veya öyle olduğuna inanılan ailelerin müşkül durumda kalmamaları
için tedbir almakla görevli olanlara verilen bir ünvandı. Bir kazaskere verilen
bu ünvanı alabilecek zatın, bizzat kendisinin seyyid yada şerif yani Hz.
Hüseyin veya Hz. Hasan nesli olması şarttı. Birçoğu şeyhülislâm da olmuştu.) şu
vakfiyesi de, dikkat çekicidir:
“... Kıymetli ve hayırsever
devlet adamlarının geçmediği ve geçmeyeceği sokaklara ve iskelelere yerleşmiş
olan son derece yaşlı ve fakir kimselere veya bir hastalık sebebiyle iş yapmaya
kudreti olmayan âcizlere odun, kömür ve diğer ihtiyaç maddeleri tedarik edile!
Kimsesiz ve yoksul kız çocuklarından evlenme çağına gelenlerin de çeyizleri
alına!..”
Batılı seyyah Hunke’nin,
Müslüman hastanesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan
aldığı şu bölümler, vakıf hassasiyetinin gönülleri saran ne kadar bariz bir
misalidir: “Babacığım! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun.
Taburcu edilirsem, hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya
başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen
davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel! Canım
buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler
kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor.
Bizleri tedavi edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün
midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de
sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel, beraber yiyelim!..”
Diğer yandan Osmanlı’da
kurulan 26.000 vakfın 1400 kadarının hanımlar tarafından kurulmuş olması da,
ayrıca dikkat çekicidir. Bunlardan Nur Banu Valide Sultan, İstanbul’un Anadolu
ve Rumeli yakasında birçok eserler yaptırdı. Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Valide
Cami, imareti, medresesi, darüşşifası ve çifte hamamı onun hayratıdır.
Mâhpeyker Kösem Valide Sultan,
Yeni Cami’nin temelini attırdı. Üsküdar Çinili Cami ve yatırına mektep, çeşme,
dârulhadîs, çifte hamam ve sebil ile Anadolu Kavağı’ndaki camiyi inşa ettirdi.
Onun, yetim kızları muhafaza ve onları evlendirme vakfı da meşhurdu. Bundan
başka daha birçok eser ve hayratı vardır.
Hatice Turhan Sultan, temeli
atılan Yeni Cami’nin inşasını tamamlatıp ibadete açtı. Bunun yanında mektep,
medrese, imaret, kütüphane ve çeşme hayratları yaptırdı. Ayrıca Yeni Cami
vakfiyesinde dikkati çeken bir husus da, kandil ve Ramazan gecelerinde bazı
çeşmelerden bal şerbeti akıtılması ve namazdan çıkan cemaate ikram edilmesinin
düşünülmesiydi. Hatice Turhan Sultan, bırakmış olduğu vakfiyelerin yaşaması
için zengin gelir kaynakları da hibe etti.
Pertevniyâl Valide Sultan,
İstanbul Aksaray’daki Valide Cami ile Yâ Vedûd Mescidi’ni inşâ ettirdi, ayrıca
kütüphane, çeşme ve mektep yaptırarak vakfetti.
Edirnekapı’da ve Üsküdar’da
birer selatin cami inşa ettirmiş olan Mihrimâh Sultan, vaktiyle Harun Reşit’in
hanımı Zübeyde’nin Bağdat’tan Arafat’a getirttiği suyollarının bozulduğunu ve
bu sebeple hacıların Arafat günü şiddetli su sıkıntısı çektiklerini duymuştu.
Bunun üzerine derhal babası Kanunî Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkarak sahibi
bulunduğu bütün mücevheratı bu yolda sarf etmek için müsaade istedi. Mimar
Sinan’ın da bu işe memur edilmesi talebinde bulundu. Ayrıca bu hayratının da
daima gizli kalmasının teminini istedi.
Süleymaniye Cami’nin
temelleri atıldıktan sonra Mimar Sinan’ın uzun bir müddet ortadan kayboluşu
vardı ki, bunun sebebi pek bilinmez. Caminin temelinin oturması için böyle
hareket ettiği söylenir. Hâlbuki bu müddet zarfında Sinan, Harun Reşit’in
hanımı Zübeyde’nin yaptırmış olduğu suyollarını Mihrimâh Sultan’ın servetiyle
yeniden tamir edip Arafat’a bol su getirmişti. Bu suyun hâlâ “Ayn-ı Zübeyde”
ismiyle anılması, Mihrimâh Sultan’ın bu hayrını gizlemiş olmaktaki
hassasiyetinin bir neticesidir.
Valide sultanların içinde
hayrat bakımından en meşhurlarından biri de, Bezmiâlem Valide Sultan’dır ki,
asırlarca hizmet veren ve tarihe mâl olan pek çok hayır hizmetleri yaptırdı.
Yaptırdığı camilerin en büyüğü Dolmabahçe sarayı karşısındaki Valide Cami’ydi.
Meşhur Galata Köprüsü de onun vakfiyesiydi. Valide Sultan’ın Şam’a kurduğu bir
vakıf da çok önemliydi. Öyle ki vakıfın amaçları;
a) Şam’ın
tatlı suyunu hacılara ulaştırmak,
b) Hizmetkârların
kırdığı veya ziyan verdiği eşyaları, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide
olmasın diye tazmin etmekti.
Hayır eli çok uzaklara kadar
uzanan Valide Sultan’ın hizmetlerinin en büyüklerinden biri de şahsî servetini
vakfederek yaptırdığı Gurabâ-i Müslimîn Hastanesi’ydi. Bu büyük eser, cami ve
çeşmesiyle 1843 yılında hizmete açılmış olup o günden beri ümmet-i Muhammed’in
fakirlerine şifa dağıtmıştır.
Osmanlı’nın ihlâsla kurduğu
vakıflar, kıyamete dek faaliyetlerinin devam etmesi dua ve temennisi ile tesis
edildi. Bu vakıflar, bugünkü ve yarınki insanımızın ihtiyaçlarını, cami,
mektep, hastane, kışla vb. olarak gidermekte ve hizmetlerini devam
ettirmektedir.
Allah yolunda infakta;
sevilen şeylerden ve gönülden verme hususu çok önemlidir. Âyet-i kerîmede şöyle
buyurulur:
Bismillâhirrahmânirrahîm
3/ÂLİ
İMRÂN-92: Len
tenâlûl birre hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn(tuhibbûne), ve mâ tunfikû min şey’in
fe innallâhe bihî alîm(alîmun).
Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe (Allah için vermedikçe), asla
Birr’e nail olamazsınız. (Allah’ın size verdiklerinden, Allah için) bir şey
infâk ettiğiniz zaman muhakkak ki Allah, onu en iyi bilendir.
Vakıf malında hassasiyet ve
onun muhafazası çok önemliydi. Bunların maksadına yönelik kullanılmaları
hususundaki ciddiyetin daima hatırda tutulması için genellikle vakfiyelerin ya
başında veya sonunda hem hayır-dua, hem de beddualar vardı. Hayır-dua, vakfa
hizmette kusur etmeyenler içindi. Beddua ise, vakfiyede belirtilen hizmeti
yerine getirmeyen, yâni vakfa kötülüğü ve zararı dokunan kimseler içindi. Böyle
kimseler için ekseriya şu beddua cümleleri kullanılırdı: “Her kim bu vakfın
şartlarını bozar veya değiştirirse, Allah’ın, peygamberlerin, meleklerin,
insanların ve bütün mahlûkatın lâneti onun üzerine olsun!..”
Bu beddua, manevî bir
tehditti. Çünkü ince düşünce sahipleri, ahiretteki hesabın azapla
nihayetlenmesinden korkarak böyle bir bedduaya maruz kalmak istemeyip daima
gerekli hassasiyet içinde hareket ederlerdi.
Bizler de “Allah’ım! Bizlere
verdiğin emanetlerin hakkını liyakatle eda etmeyi ve yaratandan dolayı
yaratılanlara hizmet eden vakıf insanlarından olabilmeyi nasip eyle!”diye dua
edelim…
SULTANAHMED CAMİ
Sultan I. Ahmed tarafından,
1616 yılında mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’ya Ayasofya`nın karşısında yaptırılan Sultanahmed
Cami’si, İstanbul’un en çok turist çeken mekânları arasında ön sıralarda yer
alır.
Osmanlı Sultanları ve
aileleri tarafından yaptırılan ve “Sultan camileri” anlamına gelen selatin
camilerinin 6.’sı olan Sultanahmed Cami’si, İznik çinileriyle bezeli olduğu
için Avrupalı’lar tarafından “Mavi Cami (BlueMosque)” olarak adlandırılır.
İstanbul’un tarihî
yarımadasında bulunan Sultanahmed Cami’si, Mimar Sinan sonrası klasik mimarînin
en büyük ve en önemli eseri olarak biliniyor.
Caminin yapımı 1616’da
tamamlanırken, yapımı 1620 yılına kadar süren külliyesinin diğer binalarının,
dağınık bir düzenlemeyle yerleştirildiği görülüyor. Binaların, tüm alana hâkim
ve dış avlu içinde yer alan cami ve hünkâr kasrı çevresinde işlevlerine göre
dînî, eğitim yapıları ve sosyal tesisleri olarak gruplandırıldığı
gözlemleniyor.
Büyük çaplı bir itibar
projesi olarak yapılan Sultanahmed Cami’si ve Külliyesi’nde Mimar Sinan’ın
öğrencisi Sedefkâr Mehmet Ağa, klasik geleneğin denenmemiş detaylarını
kullanarak devletin siyasî gidişine paralel olarak mimarîde büyük bir atılım
gerçekleştirdi.
İznik çinileriyle bezenmesi,
yapının mimarî ve sanatsal açıdan dikkate şayan en önemli yanı olarak öne çıktı.
Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezeli olan ve çinilerin
süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılması,
yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye götürdü.
Sultanahmed Cami’si, aynı
zamanda Türkiye`nin 6 minareli tek selatin camisi olma özelliğini taşımaktadır.
Caminin 6 minaresi olmasına ilişkin aktarılan bilgi şöyledir:
Dönemin padişahı I. Ahmed,
minareleri altından yaptırmak istedi. Ancak kaplamada kullanılacak olan altının
değeri padişahın bütçesini fazlasıyla aştı. Caminin mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa
bu emri yanlış işiterek ‘altın’ sözcüğünü ‘altı’ anlayarak camiyi 6 minareli
inşa ettirdi.
Toplam 260 pencereyle
aydınlatılan caminin avlusunun batı girişinde, demirden ağır bir kordon vardır.
Bu kordon, avluya atıyla giren padişahın kafasını çarpmaması için eğmesini
gerektirirdi. Bu durum da padişahın bile camiye girerken kendisine çeki düzen
vermesi gerektiğini göstermek amaçlı sembolik bir eylem olarak kabul edildi.
Sultan Ahmed Evvel Vakfı’na
kayıtlı olan Sultanahmed Cami, büyük bir külliyenin ana yapısını oluşturdu.
OSMANLI’DA
RAMAZAN
Allahû
Teâla Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm
2
/BAKARA-183: Yâ eyyuhellezîne âmenû kutibe aleykumus sıyâmu kemâ kutibe
alellezîne min kablikum leallekum tettekûn(tettekûne).
Ey âmenû olanlar! Oruç, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı (farz
kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki böylece
siz takva sahibi olursunuz.
Osmanlı ibadetten zevk alırdı. Eğlence anlayışları da buna
göre şekillenmişti. Eğlence hayattan alınan tadı arttırmak anlamına geliyorsa,
samimi inanan insan için en büyük eğlence ibadet olmalıdır. Bu nedenle
ibadetler Osmanlı’da şölene benzerdi.
Bu anlamda hayatın hemen hemen her anı bayrama, şölene
dönüşürdü. Bunun dışında tabiî ki başka eğlencelerde vardı. Mesela, Osmanlı
Devleti’nin her yıl Kâbe’ye armağan olarak gönderdiği para ve örtüler “Sürre
Alayı” ile olarak gönderilirdi.
Gönderilen örtülerin içinde en önemlisi Kâbe’ye giydirilen “kisve”
ve üzerinde sultanın adını taşıyan “Kâbe Kuşağı”ydı. Sürre Alayları ile birlikte
her yıl Kâbe’ye, Ravza-i Mutahhara’ya ve sahâbe mezarlarına yeni örtüler
gönderilirdi. Eskileri İstanbul’a getirilirdi. Sürre Alayları’nın Başkent
İstanbul çıkışı, inanan dîndar halkın nezdinde muhteşem bir eğlenceydi.
Ramazan ayının vazgeçilmezlerinden olan mahyaların
hazırlanıp iki minare arasına asılması da büyük bir eğlenceydi. Halk tekbirler
getirerek bu olaya eşlik eder, bu vesileyle sevap kazanacağına inanır, hem de
eğlenirdi.
İftar sofraları Osmanlı aileleri için şölene, yemek de
merasime dönüşürdü. İftar vakti yaklaşırken okunan “Muhammediye”ler, Peygamber
Efendimiz (S.A.V) sevgisinin yüreklerde doruğa çıkmasına hizmet ederdi.
Muhammediye okumak ve dinlemekte bir eğlenceydi.
Yaşlıların sofraya oturmadan önce sünnet üzere ellerini
yıkamaları bile bir merasim havası içinde olurdu. Evin genç hanımı bakır leğen
getirir, ibrikle su döker, yaşlılar sırayla ellerini yıkayıp tutulan peşkirle
kurularlardı. Çocuklar ağır ve düzenli hareketlerle ellerini yıkayan yaşlıları
dikkatle izlerlerdi. Onların yaptığı hareketleri yaparak eğlenirlerdi.
Kadınlar ise mukabelelere giderlerdi. Büyük camileri
gezerek İstanbul’un meşhur imamlarının arkasında teravih namazı kılarlardı.
Eğer Ramazan yaz ayına denk gelmişse ailece mesire yerlerine gidilir,
salıncaklara binilirdi. Bütün bunlar ve benzerleri o devirde insanları
eğlendiren şeylerdi.
Değerli öğrenciler Osmanlı’da hayat âhirete dönüktü,
âhiretle bütünleşmişti. Âhirete dönük olduğu için ciddiyetsizliklere yer yoktu.
Ramazan Hilali
Öncelikle Ramazan’ın birinci gününde hilalin gerçekleşmesi
çok önemliydi. Ramazan ayının başlaması için hilali görmek şarttı. Her ne kadar
takvimler yazsa da Osmanlı bu astronomik tayini hatalı bulurdu. Bu Ramazan
hilalini görme meselesi ile İstanbul Kadılığı meşgul olurdu.
İstanbul’da güçlük çekmeden hilalin görüldüğü yerler:
Beyazıd, Fatih, Süleymaniye, Çarşamba, Cerrahpaşa, Edirnekapı camilerinin
minareleriydi. Hilali görenler kadı huzuruna alınırdı. En az iki şahitle
tasdiklenen gerçekleşme olayından sonra hilali görene para verilirdi. İyice
sorgulandıktan ve ispat edildikten sonra bu kişilere itimat edilirdi. Hemen
şerriye siciline işlenir kadının onayı ile Süleymaniye Cami’sinin kandilleri
yakılırdı. Bu Ramazan’ın başladığı anlamına gelirdi.
Ramazan
Davulcuları
Osmanlı’da
Ramazan davulcuları aslında mahalle bekçileriydi. Babadan oğula devredilen bu
mesleğe “Ramazan’da insanları güzel bir şekilde sahura kaldırmak” gibi farklı bir işlev yüklenirdi. Ramazan
davulcuları her Ramazan gecesi için ayrı bir mani okurlardı. Bu işe mahallenin
güzel sesli delikanlıları da oldukça meraklıydılar. Sahur vaktinde mahallelerde
maniler okumak ve bu manileri dinlemek başlı başına bir eğlenceydi. Ayrıca
bahşişleri toplayacak olan yine Ramazan davulcularıydı.
İstanbul’da ilk önce Sultanahmed Cami’nin mahyaları
yanardı. Bunu gören diğer camilerin mahyaları da birer birer ard arda yanmaya
başlarlardı. Artık Ramazan davulcuları iş başındaydı. Çocukların arkasına
takıldığı Ramazan davulcuları mahalle mahalle Ramazan’ı müjdelemekteydi.
Aldanma sağa sola
Gel gidelim Hak yola
Güzel oruç tutanın
Akibeti hayrola
Bu aya hürmet gerek
Ni’mete şükür gerek
Mübarek Ramazan’da
Hakk’a ibadet gerek
Ramazan Tembihnameleri
Devlet yönetimi, Ramazan ayı başlamadan önce Şaban ayında
“Ramazan Tenbihnamesi” adı altında halka yönelik bir dizi emir yayınlardı. Bu
tembihnamelerde, halkın dînî emirlere daha sıkı sarılıp, ibadetle meşgul ve
edepli olması istenirdi. İmam ve vaizler camilerde, bekçiler ve tellallar
mahallelerde, işletmeciler tarafından da hanlarda devletin Ramazan tembihleri
duyurulurdu. 19. Yüzyıl’ın ilk yarısında, Sultan II. Mahmud döneminden itibaren
Ramazan Tembihnameleri Osmanlı Devleti’nin resmi gazetesi olan Takvim-i
Vekayi’de ilân edilmeye ve ayrıca broşür olarak bastırılıp, halka dağıtılmaya
başlandı.
Tembihnamelerde, Ramazan ayını ilgilendiren düzenlemelerin
yanı sıra şehir hayatıyla ilgili düzenlemeler de yer alırdı. Güvenlik güçlerine
Ramazan ayında halkın ilân edilen kurallara uyup uymadığına dikkat etmesi ve
gereğini yapması emredilir, devlet büyükleri tarafından yapılan tembihlere
uymayanlara cezalar verilirdi.
Ramazan gelmeden önce üzerinde titizlikle durulan bir diğer
konu da fırsatçıların durumdan istifade ederek yiyecek fiyatlarını
artırmalarının engellenmesiydi. Halkın yiyecek sıkıntısı çekmemesi ve
fiyatların artmaması için sıkı sıkı önlemler alınırdı. Yiyeceklerin fiyatı,
özellikle unlu mamullerin gramajları ve içlerine nelerin konulacağı devlet
tarafından ilan edilir ve sıkı sıkı emirlere uyulup uyulmadığı takip edilirdi.
Diş Kirası
Padişah sarayda fakirler için özel sofralar hazırlatırdı.
Saraya iftara gelen kişilere iftardan sonra “Diş Kirası” adında bahşiş
dağıtılırdı.
Zengin kimseler özel yemek yerleri açarlardı. Osmanlı
döneminde varlıklı aileler iftar yemekleri verirken zengin-fakir ayırt etmeden
herkesi davet eder, çat kapı bir misafir gelsin diye de dua ederlerdi. Ev
sahibi iftar bittikten sonra misafirlerine “zahmet edip davetime geldiniz,
dişlerinizi bize sevap kazandırmak için kullandınız” diyerek çeşitli hediyeler
verirdi.
Diş kirası denen bu gelenek milletimizin nazik, ince ruhlu
ve saygılı tarafını göstermektedir.
Sultan IV. Mehmed’in annesi Hatice Sultan’ın, Galata
Köprüsü’nün başını süsleyen ve Sinan mektebinin bir şaheseri olan Yeni Cami’yi
ve yanına da onun kadar muhteşem bir vakıf yaptırdı. 116 kişinin vazife aldığı
bu cami ve vakıfta, yaz ayları boyunca içine kar atılıp soğutmak suretiyle
halka şerbet dağıtılıp bu iş için her sene 20.000 akçe tahsis edilirdi. Ayrıca
Hatice Sultan: “Bu vakfiye şartlarını her kim değiştirirse günahı onların
üzerine olsun. Allah, işiten ve bilendir” diye başlayan bu vakfiyesine, “Ramazanlarda,
teravih namazından sonra, caminin üç kapısından Atina balından yapılmış şerbet
dağıtılsın. Eğer Ramazan yaza rastlarsa şerbete kar konsun. Her sene şerbet
için 3000 okkalık Atina balı alınsın ve her kapı için, her gece 33 okkalık
baldan şerbet yapılarak ikişer şerbetçi tarafından cemaate dağıtılsın ”diye
hayır hasenat için yapılması gerekenleri yazdırdı.
Vakıf zengini olan Osmanlı da, sadece Ramazan-ı Şerifler’de
camilerde hurma, zeytin gibi iftariyelikleri dağıtmakla vazifeli bir vakıf
vardı.
Camiler sabaha kadar açık
Osmanlı’da Ramazan ayında camiler sabaha kadar açık olurdu.
İnsanlar burada itikafa çekilebilirlerdi. Osmanlı dönemi seyyahlarının
ilettiğine göre camiler dolar taşardı. Ramazan ayına has ibadetlerden bir
diğeri de camilerde, büyük konaklarda ve bazı evlerde mukabele okunmasıydı. Ay
boyunca güzel sesli hafızların okuduğu Kur’ân-ı Kerim Ramazan ayı sonuna
gelindiğinde hatmedilmiş olurdu. Münacatlar dînî musikimizin formlarından olup
besteli de okunmaktaydı. Ramazan aylarında teravih namazından sonra müezzinler
tarafından minarede, çoğunlukla Arapça yazılmış, Allah’dan niyaz ifade eden
manzum münacatlar okunur, dua kapılarından toplu dualarla istifade edilmeye
çalışılırdı.
Huzur Dersleri
Ramazan ayının ilk gününden başlayarak, toplam sekiz derste
sona ermek üzere sarayda padişahın huzurunda “mukarrir” adı verilen zamanın
tanınmış âlimleri tarafından verilen derslere “Huzur Dersleri” adı verilirdi.
Bunlara “Huzur-ı Hümayun Dersleri” de denirdi.
Tümüyle tefsirden oluşan bu derslerin kökeninin Osman
Gazi’ye kadar uzandığı ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar sürdürüldüğü
görülmektedir. Dersler saray salonlarından birinde öğle ile ikindi arasında
gerçekleştirilirdi. Huzur dersleri son dönemlerde sekiz dersten oluşurdu ve
Ramazan ayının ilk on gününde tamamlanırdı. Her ders bir mukarrir ve on beş
muhataptan oluşurdu. (Mukarrir:
bir mevzuyu açıklayarak anlatan) Dersler
genellikle iki saat kadar sürerdi. Mukarrirlerin cüppeleri siyah, muhatapların
mavi renkte olurdu. Mukarrir dersini bitirdikten sonra muhataplardan rütbesi en
yüksek olandan başlamak üzere kendisine sorular sorulurdu. Bu sorular,
konuşulan konuya ilişkin olur ve mukarriri zor duruma düşürecek cinsten, konu
dışı sorular olmazdı. Daha sonra mukarririn duâsıyla derslere son verilirdi.
Dersler bittikten sonra mukarrirlere bir miktar atiyye (hediye, bahşiş) ile
birer bohça verilirdi. Bohçalar mukarrirlerin rütbelerine göre olmayıp, herkese
aynı ölçüde verilirdi. Muhataplara ise yalnızca bir miktar atiyye verilirdi.
Huzur dersleri
padişah huzurunda yapılması sebebiyle “huzur” adını almıştı. Fakat aynı zamanda
ikinci anlamı da huzur vermesiydi.
Öncelik Ulemânın
Veziriazam ve rical-i devlet Ramazan ayının 4. gününden
itibaren sıra ile ulema, askerî sınıf ve bürokratları saraya iftara davet
ederdi. Saray davetlerine önce ulema sınıfının davet edilmesi çok manidardı.
Saraya iftara davet edilenlerin isimleri liste halinde padişaha sunulurdu.
Davete ilk gelen ulema sınıfıydı. Daha sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ve
Nakibü-l Eşraf tarafından belirlenen Peygamber Efendimiz (S.A.V) soyundan
gelenler saraya gelirdi. İftarlar ve saraydan ayrılış törenle olurdu.
Ramazan’ın 24. günü sarayda padişaha hizmet eden kâhya, bostancı başı ve
kapıcılara verilen davetle iftar davetleri sona ererdi.
Padişahlar iftarlarını genelde sarayda yapar ve askerî
sınıfı da davet ederlerdi. Özellikle II. Abdülhamid, Yıldız Sarayı’nda
askerlere birçok davet verdi.
Baklava Alayı
Osmanlı’da 17. Yüzyıl’ın sonlarında veya 18. Yüzyıl’ın
başlarında “Baklava Alayı Geleneği” ortaya çıktı. Ramazan ayının ortasında,
padişahın askere iltifatı olarak, saraydan Yeniçeri Ocağı’na baklava giderdi.
Her on askere bir sini baklava hazırlanır ve saray mutfağı önünde dizilirdi.
Silahtar Ağa, bir numaralı yeniçeri olan padişah adına ilk siniyi teslim
aldıktan sonra, diğer sinilerin her birini ikişer asker nizamî olarak
yüklenirdi. Her bölüğün âmirleri önde, baklava sinilerini taşıyanlar arkada,
açılan kapılardan dışarı çıkarak kışlalara doğru yürüyüşe geçerlerdi. Baklavayı
Osmanlı saltanatının bir sembolü haline getiren bu gelenek, Yeniçeri Ocağı ile
birlikte tarihe karıştı.
Padişahların Halka Karışması
Padişahlar halkın durumunu görmek için ve sohbetlerine
katılmak için Ramazan aylarında da kıyafet değiştirip halk arasına
katılırlardı. Özellikle I. Abdülhamid bunu sık sık tekrarlardı. Genelde ulema
kılığına girerdi. Sabah namazında dışarı çıkar, ikindi namazına kadar halkın
temel ihtiyacı olan et, süt, yumurta fiyatlarını kontrol ederdi. Bazen de
iftara bir haneye konuk olurdu. Teravih namazlarını da halkla Eyüp, Ayasofya,
Tophane, Valide Sultan camilerinde kılardı.
Osmanlı döneminde yine birçok zengin kıyafet değiştirip esnaflar
arasında gezer esnaflardan borç defterlerini (Zimem Defteri) çıkarılmasını
isterlerdi. Borcu olan insanların borcunu sildirip “Allah kabul etsin” der
çıkarlardı. İnsanlar borçlarının kim tarafından silindiğini bile bilmezlerdi.
Hırka-i Saadet ve Devletin Zirvesi
Yavuz Sultan Selim’le Topkapı Sarayı’nda bir gelenek
başladı. Ramazan ayının 15. günü Hz. Muhammed (S.A.V)’in Hırka-i Şerifi, 15
tane Hassa Ağası tarafından Revan Köşkü’ne alınırdı. Gül kokuları ile yıkanmış
odayı başta padişah olmak üzere sadrazam ve rical-i devlet ziyaret ederdi. Tüm
Yeniçeriler, Yeniçeri ağaları, Sadrazamlar, Şeyhül-İslâm Topkapı Sarayı’nın
Babüs-saadet kapısı önünde toplanıp, Ayasofya Cami’ne öğle namazına giderlerdi.
Namazdan sonra topluca Hırka-i Saadet dairesine girilirdi. Bu esnada Kur’ân-ı
Kerim okunurdu. Padişah altın muhafazalara alınmış sandukaları açarak Hırka-i
Şerifi çıkarır ve öperdi. Daha sonra sadrazamlar ve bazı devlet adamları da Hırka-i
Şerifi öperler, dua ederlerdi. Bu gelenek yüzyıllarca devam etti; hatta meşrutiyet
döneminde bile uygulandı. Topkapı Sarayı’nın kutsal emanetler bölümünde güzel
sesli hafızlar 24 saat Kur’ân-ı Kerim okurdu. Şimdi hala bu gelenek devam
etmektedir.
Ayrıca, Yavuz Sultan Selim, Ramazan ayında da Ayasofya
Cami’ni ziyaret eder ve teravih namazını kılardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.