6 Ekim 2015 Salı

NEFS TEZKİYESİ VE TASFİYESİ

                          NEFS TEZKİYESİ VE TASFİYESİ
    Günümüzde islâm tatbikatında kaldırılan bir husus da nefs tezkiyesidir. Zikrin farz olduğu unutulduğu için, nefs tezkiyesi, iyi işler yapmak, güzel işler yapmak şeklinde tarif edilmektedir.
     Oysa nefs tezkiyesi ve tasfiyesi nefsin kalbindeki, kin ve nefret, küfür, yalan, zulüm, hased ve düşmanlık cimrilik vs. gibi tam 19 afetin Allah’ı zikrederek yok olması; o afetlerin yerini hasletlerin alması, nefsin kalbine fazl nurlarının dolmasıdır.
      Nefs tezkiyesi farz mı?  - Evet. Fâtır Suresi 18. âyet-i kerimede ve Şems Suresi 9. âyet-i kerimede Rabbimiz buyuruyor ki:

35/FÂTIR–18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salâh(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsih(nefsihî), ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah’a döner, ulaşır).

91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ
Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.         
    
     İşte üzerimize farz olan nefs tezkiyesi ve tasfiyesi, 7 safha 4 teslimden 3. Teslimi, Ulûl’elbabı, yani daimî zikri ifade eder.
     Evvelâ zikir farz mı noktasından harekete geçelim. Zikir farz mıdır? -Evet, farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

73/MUZEMMİL–8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Rabbinin (Allah’ın) ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O’na (Allah’a) dön (ulaş, vasıl ol).
     
    Zikir neticesinde kişi ruhunu Allah’a ulaştırıyor. Bu daimî zikir değildir, günün yarısından daha fazla zikir de değildir. Bu, Allah’ın belli bir sıra dahilinde emrettiği virdi gerçekleştirmektir. Yani 7 bin zikirden başlayan bir zikretme müessesesi, 33 bin zikirde ruhu Allah’a ulaştırmakla tamamlanır. Ruhumuzu Allah’ı zikrederek Allah’a ulaştırmak, üzerimize farz kılınmıştır. Anlıyoruz ki ruhumuzun Allah’a ulaşması Allah’ın zikri ile mümkündür. Bu, zikrin vücuda getirdiği nefs tezkiyesi denilen bir olayla mümkündür. Nefs tezkiyesi yoksa o zaman ruhumuzun Allah’a ulaşması da yoktur. Oysaki ruhumuzu Allah’a ulaştırmak üzerimize farzdır.
     Ruhumuzu Allah’a ulaştırmak evvelâ Muzemmil Suresi 8. âyet-i kerime ile farzdır. Sonra Allahû Tealâ Zariyat Suresi 50. âyet-i kerimede: “fe firrû ilâllâh: Allah’a firar et, Allah’a kaç ve Allah’a sığın.” diyor. Ruhumuzun Allah’a sığınması, Allah’a kaçması emrediliyor:

51/ZARİYAT–50:Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah'a kaç (Allah'a ulaş, Allah'a sığın). Muhakkak ki ben, sizin için (ondan), apaçık bir uyarıcıyım.
      
     Fecr Suresi 28. âyet-i kerimede : “İrciî ilâ rabbiki: Rabbine rücû et, geri dönerek Rabbine ulaş.” diye buyuruyor. Bu, ruhun biz hayattayken Allah’a ulaşmasıdır.      

89/FECR–28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
Allah’tan razı ol ve Allah’ın rızasını kazan. (Ey ruh!) Allah’a (Rabbine) geri dönerek ulaş.

     Allahû Tealâ Zumer Suresi 54. âyet-i kerimede: “Üzerinize azap gelmeden önce Allah’a yönelin ve Allah’a teslim olun.” buyuruyor:

39/ZUMER–54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). Sonra yardım olunmazsınız.
    
     Bunun manası: “Önce ruhunuzu, sonra fizik vücudunuzu, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin.” demektir. Ruhun teslimi de bu konunun içindedir. Önce ruhumuzu Allah’a ulaştırmamız üzerimize farzdır. Sonra bakıyoruz ki daimî zikre ulaşmak da üzerimize farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

4/NİSA–103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alel mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Namazı bitirdiğinizde; ayaktayken, otururken ve yan üzeriyken (yan üstü yatarken) Allah’ı hep zikredin! Güvenliğe kavuştuğunuzda namazı erkânıyla kılın. Çünkü namaz, mü’minlerin üzerine, vakitleri belirlenmiş bir farz olmuştur.
       
    “Ayaktayken de, otururken de, yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.” Bir insan üç halde bulunabileceğine göre ya ayaktadır ya oturuyordur ya da yatıyordur. Dördüncüsü yok. Öyleyse daimî zikir emri ile karşı karşıyayız. Yeter mi? Yetmez, bütün sahabenin daimî zikre ulaştığını görüyoruz.
3/AL-İ İMRAN–191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
O (Ulûl’elbab) ki; (lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından koru.”
    
     Allahû Tealâ daimî zikrin sahiplerine  “ulûl’elbab” diyor. “Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim’’ ulûl’elbab için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.
     Bütün sahabe ulûl’elbab oldular mı? Daimî zikrin sahibi oldular mı? Yani nefs tasfiyesini gerçekleştirdiler mi? Evet. Konumuzun daha başında bunu ortaya koyalım ki bütün sahabe ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim etmişlerdir. Bu, nefsin teslimi safhasıdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

39/ZUMER–18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

     Bütün sahabe ulûl’elbab olmuştur. Nefs tasfiyesini gerçekleştirmiştir.


  • Nefs tezkiyesi, ruhumuzu Allah’a ulaştırıncaya kadar geçecek safhayı ifade eder.

1. basamakta olayları yaşarız.
2. basamakta olayları değerlendiririz. Allahû Tealâ insanlardan Allah’a ulaşmayı dileyenleri seçer.
ü  Allah’a ulaşmayı dileyenler 3. basamağa ulaşırlar.
     Allahû Tealâ derhal o kişilerin üzerine Rahman esması ile tecelli eder. Onların gözlerini, kulaklarını ve kalplerini açar. Sonra onların kalplerine ulaşır. Kalbi Allah’a çevirir. O kişilerin göğsünü yararak göğsünden kalbine bir nur yolu açar ve o kişi zikir yapmaya başlar.
      Allah katından gelen rahmet nurları kalbe sızar. Bu sızıntı %2’yi bulduğu zaman kişi huşû sahibi olur. O zaman mürşidini sormak imkânının sahibi olur, hakkı doğar. Hacet namazını kılıp Allah’ın farz emri üzerine mürşidini sorar. Allahû Tealâ kişiye mürşidini gösterir ve kişi mürşidine tâbî olur. Bu tâbiiyet gerçekleştiği zaman, ruhu vücudundan ayrılır ve Allah’a doğru yola çıkar.
     Nefs tezkiyesi boyunca nefsinin kalbinde %2 rahmetten sonra; İlk %7 fazl birikimi tamamlanınca o kişinin ruhu 1. gök katına çıkar. Nefs-i Emmare.
    
Nefsinin kalbinde 2. defa %7 fazl birikimi ile bu kişinin ruhu 2. gök katına çıkar. Nefs-i Levvame
     Sonra ruhu 3. defa %7 fazl birikimi ile 3. gök katına ulaşır. Burası Nefs-i Mülhime’dir. Kişi Allah’tan ilham almaya başlar.
   
     4. defa %7 fazl birikimi ile bu kişinin ruhu 4. gök katına çıkar. Nefs-i Mutmaine. Kişi artık doyuma ulaşmıştır. Allah’ın verdikleri onun için mutlak olarak yeterlidir.
     5. defa %7 fazl birikimi ile bu kişinin ruhu 5. gök katına ulaşır. Burası Allah’tan razı olma makamıdır. Nefs-i Radiye.
     6. defa %7 fazl birikimi, ruh 6. gök katına ulaşır. Nefs-i Mardiyye. Allah da ondan razı olmuştur.
    
     7. defa %7 nur birikimi o kişinin ruhunu Allah’a ulaştırır. Ruh Allah’ın Zat’ında yok olur. Burası Nefs-i tezkiye’dir.

     Burası Nefs-i Tezkiye’ye kadar olan bölümdür. Şimdi tezkiyeden sonraki bölümü yani tasfiyeyi inşaallah ele alıyoruz.
   
     Nefsin kalbinde %49 fazl, %2 rahmet birikimi ile bir insanın ruhu Allah’a ulaşır ve nefsin kalbinde %51 nur birikimi tamamlanır. Bu kişinin ruhu Allah’ın Zat’ında yok olur. Burası fenâ makamıdır. Fenâfillah makamı.
Fenâ; fani olma, yok olma,
Fi; içinde
fenâfillâh; Allah’ın içinde yok olma demektir.
   
     Allah’ın ruhunu taşıyan insan, Allah’a ait olan emanetini Allah’a teslim etmiştir. Ruh, Allah’a dönmüştür. Allah’a döndükten ve Allahû Tealâ’nın Zat’ında yok olduktan sonra Allah o kişinin ruhunu tekrar İndi İlâhi’ye gönderir. Artık o kişi Allahû Tealâ’nın huzurunda boşlukta duran bir altın taht sahibi olur. İşte burası o kişinin nefsinin kalbinde nurların %61’den daha sonraki safhasını ifade eder.
   
     Nefsin kalbindeki nurlar %51’den  %61’e kadar, ruhun Allah’ın Zat’ında yok olduğu noktadaki hüviyeti gösterir. Kişinin ruhu Allah’ın Zat’ında yok olmuştur ama kişi zikrini arttırmaya devam eder. Bu kişinin zikri arttıkça nefsinin kalbindeki nurlar da %51’den %61’e kadar yükselir. %61 olduğu zaman Allahû Tealâ o kişiye En’am Suresinin 127. âyet-i kerimesi gereğince taht ihsan eder:




6/EN’AM–127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Rab’lerinin katında onlar için selâm yurdu (teslim yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.
    
     Bu tahta bakıyoruz; Allahû Tealâ: “Onlara Allah’ın İndi’nde, İndi İlâhi’de taht ihsan edilir. Onlar orada tahtlarda otururlar.” buyuruyor. Bu kişi zikrini bu noktadan itibaren de arttırmaya devam ediyor. Kalpteki nur birikiminin %61’den %71’e kadar olan makam, Beka makamıdır. Allah’ın İndi’nde, İndi İlâhi’de o kişinin baki olduğunu gösterir. Allah’ın indinde baki olmak demektir.
     Bundan sonraki makam Zühd makamıdır. Zikrinizi daha çok arttırdığınız zaman Zühd makamının sahibi olursunuz. Buradaki zikrin işareti, günün yarısından daha fazla zikirdir. Hiç kimse zikrini günün yarısından öteye geçirmedikçe nefsinin kalbindeki nurlar %71’i aşamaz. %71’i aşabilmesi için kişinin mutlaka zahid olması lâzımdır.
    
      Rabbimiz Yusuf Suresinin 20. âyet-i kerimesi negatif zühdten bahsediyor:

12/YUSUF–20: Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime ma’dûdeh(ma’dûdetin), ve kânû fîhi minez zâhidîn(zâhidîne).
Ve onu (Yusuf’u), az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar. Çünkü ona karşı zahidlerden idiler.
    
     Allahû Tealâ negatif zühd konusunda şunu söylüyor: “Onlar yani kardeşleri, Yusuf’a karşı zahiddiler, bu sebeple Yusuf’u birkaç dirheme, pek az bir bedele sattılar.”
    
     Negatif zühdün karşıtı pozitif zühdtür. Bir kişi her gün, günün yarısından daha fazla zikrediyorsa o Allah ile olan ilişkisinin dünya ile olan ilişkisinden her gün daha fazla olduğunu Allah’a ispat etmiş demektir. Bu sebeple bu kişi Allah’ın katında zahid mertebesindedir.
    
     Bu kişi zikrini daha da arttırıyor. Öyle bir gün geliyor ki bu kişinin nefsinin kalbindeki nurlar %71’den %81’e yükseliyor. %81’e ulaştığı zaman artık o kişi fizik vücudunu Allah’a teslim etmiştir.
   
     Bu kişi mutlaka günün yarısından daha fazla zikreden birisidir. Kimin nefsinin kalbinde, (ulaştığı zikir kademesi itibariyle) %61, %71 nur birikimini geçip, bu nur birikimi %81’e ulaşmışsa, o kişinin fizik vücudu Allah’a teslim olmuştur. Kişinin nefsinin kalbinde daha %19 karanlık vardır, afetler vardır. %81 (%79 fazl, %2 rahmet) nura karşılık, geri kalan %19’luk kısım kapkaranlık olmasına rağmen o kişinin fizik vücudu Allah’ın bütün emirlerini yerine getirir. Yasak ettiği hiçbir fiili kesinlikle işlemez.
     O kişi için söz konusu olan fizik vücudunu Allah’a teslim etmektir. O kişinin fizik vücudu %19 muhalefete hiç aldırmadan, Allah’ın bütün emirlerini yerine getirir, yasak ettiği hiçbir fiili işlemez. İşte bu nokta kişinin fizik vücudunu Allah’a teslim ettiği noktadır.
     Acaba sahabe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler midir? - Âl-î İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

3/ÂL-Î İMRÂN–20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Eğer seninle tartışmaya kalkarlarsa, o zaman de ki: “Ben ve bana tâbî olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.” O kitap verilenlere ve ÜMMÎ’lere de ki: “Siz de (fizik vücudunuzu Allah’a) teslim ettiniz mi?” Eğer teslim ettilerse o zaman (onlar) andolsun ki; hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen (görev) ancak tebliğdir. Allah kullarını BASÎR’dir (görendir).
      
     Önce Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve bütün sahabe yani O’na tâbî olanlar, fizik vücudunu Allah’a teslim etmiştir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) daha üst makamlara da çıkıp iradesini de Allah’a teslim etmiştir. Bütün sahabenin fizik vücutlarını Allah’a teslim ettikleri kesindir.

v  Sahabenin zikirlerinin daha da arttırdığını görüyoruz. Nefsin kalbindeki nurlar giderek çoğalıyor ve öyle bir noktaya geliyor ki; bu kişi daimî zikrin sahibi oluyor. Bu kişi daimî zikrin sahibi olana kadar İlm’el yakîn ile Ayn’el yakîn arasında bir köprüdedir. Ruhumuzun Allah’a ulaştığı noktada İlm’el yakîn sona ermiştir. Ondan sonra kişi fenâ makamını, beka makamını, zühd makamını ve muhsinler makamını geçecektir. Ancak ondan sonra ulûl’elbab olacaktır. Bu 4 makam İlm’el yakînden, Ayn’el yakîne geçişin 4 makamını ifade eder ama İlm’el yakîn bitmiştir. Ayn’el yakîn de başlamamıştır. Allahû Tealâ berzahta bu kişinin kalp gözünü ve kalp kulağını açabilir de açmayabilir de.
  
      Allahû Tealâ bir kişinin kalp gözünü ve kalp kulağını açmadan o kişi daimî zikre ulaşırsa, o kişi daimî zikre ulaşıncaya kadar geçen fenâ, beka, zühd ve muhsinler makamlarında İlm’el yakîne daha yakın bir hüviyette İlm’el yakînin devamını yaşamıştır. İlm’el yakîn hüviyetinde Ayn’el yakîne ulaşmışlardır.  Allahû Tealâ bu 4 makamda kimin kalp gözünü veya kalp kulağını veya ikisini birden açarsa, onlar da Ayn’el yakînin sahibi olamamışlardır ama bu 4 makamda İlm’el yakîne değil Ayn’el yakîne yakın bir seyir takip etmişlerdir. Neticede bu kişiler hepsi Ayn’el yakîne ulaşırlar. Daimî zikre ulaşan herkes Ayn’el yakînin sahibi olur.
    
    Daimî zikir nefsin tasfiyesi demektir. Ulûl’elbab makamı kişiye çok şeyler sağlar.
Özelliği, evvelâ bu kişi daimî zikrin sahibidir.
    
    Daimî zikrin sahibi olması onun kalbindeki bütün afetlerin yok olmasını ifade eder. Kalbi tamamen %98 fazl adlı nurlarla, %2 rahmet adlı nurlarla doludur. O kişinin kalbi tamamen nurla dolmuştur. Kişinin kalbine dikkatle bakın, orada karanlığı göremezsiniz. Afetlerin hepsi yok olmuştur. Fazıllar %98 ölçüsünde kalbi doldurmuştur. Bu kişi:

1-     Daimî zikrin sahibidir.
2-     Kalbinde hiç afet kalmamıştır.
3-     Kalp gözünü açar.
4-     Kalp kulağını açar.
   
     Böylece bu kişinin 4 tane vasfı oluşur. Bu 4 tane temel şarta haiz olan daimî zikrin sahiplerine ulûl’elbab adı verilir. Bu standartlar o kişinin üç tane sonuç şartı kazanmasını sağlar:
1-     Kişi Ehl-i tezekkür olmuştur. Allah ile her an, dilediği an konuşabilmek imkânının sahibidir. Allahû Tealâ ona mutlaka cevap verir. Eğer cevap vermezse, o konu tekrar sorulacak demektir. Allahû Tealâ dilediğini dilediği zaman yapandır. Kişi bazen “Sualine cevap yok.” cevabını da alabilir. Allah herkesin sahibidir. Dilediğini yapar. Allahû Tealâ mutlaka cevap verir diyoruz ama bu cevap: “Cevap yok.” şeklinde de olabileceği için, Allahû Tealâ dilediği zaman cevap vermeyebilir anlamı da çıkıyor. O kişinin daimî zikre ulaşması halinde bu kişinin özelliklerinin bir yenisi, bu kişinin ehli tezekkür olmasıdır. Allah ile dilediği istikamette konuşabilmesidir.

     2-  Kişinin Ehl-i hayr olmasıdır. Ehl-i hayr; hayır ehli, hayrın sahibi demektir. Allahû Tealâ ne demek istiyor? Kişi daimî zikre ulaşmıştır. Zikir ise, o kişiye derecat kazandıran en büyük faktördür. Derecat kazandıran bütün olaylar hayırdır. Derecat kaybettiren bütün olaylar şerrdir. Bu sebeple bu kişi daimî zikri sebebiyle devamlı derecat kazanan bir hüviyete kavuşmuştur. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadisinde; “Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden yeğdir, daha üstündür, daha çok derecat kazandırır.” diyor. Uyurken de kalbi “Allah, Allah, Allah…” diye devamlı zikrettiği için o kişi devamlı derecat kazanır. Kazandığı her bir dereceye karşılık 700 katını kazanacağı için ve o kişi uykuda da kalbi zikirde olduğu için, her saniye 700 derecat kazanır. O sırada ibadet eden bir kişi sadece 10 derece kazanabilir. Birisi bir saniyede 10 derece kazanırken diğeri 700 derece kazanır. İşte bu daimî zikrin sahibi yani ulûl’elbab olan kişidir.

2/BAKARA–261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.
    
     3-Ehl-i hüküm ve Ehl-i hikmet olmasıdır. İkisi de aynı kökten geldiği için bir tek kelimeyle o kişi ehli hikmettir, hikmet ehlidir. Hikmet ehli, o kişinin hâkimlik ya da hakemlik yapması halinde mutlaka adaletle davranmasına sebebiyet verir. O kişi mutlak olarak adaleti temsil eder. Neden? Çünkü bütün hükümlerini Allah’tan sorarak vermek mecburiyetindedir. Böyle yaptığı için de mutlaka adaleti temsil eder. Peki, 2. husus nedir? 2. husus ehli hüküm oluşudur. Kur’ân-ı Kerim’e baktığı zaman o âyetin 28 basamağın hangisine tekabül ettiğini bir bakışta hemen çıkarır.
    Öyleyse bir kişinin nefs tasfiyesi yapmış olması demek, onun ulûl’elbab olmasıdır ve kişinin 4 tane vasıf şartı ile 3 tane sonuç şartı olmak üzere toplam 7 tane önemli vasıf kazanmasını sağlar. “Ulûl’elbab olan bir kişi lübblerin sahipleridir.” demekle Allahû Tealâ o kişinin kalp gözünün ve kalp kulağının açık olduğunu söylüyor.
    Allahû Tealâ o kişi dilediği anda konuşur ya da Allah dilediği anda Allah onunla konuşur. Bu kişiye yerlerin melekûtu gösterilir. Ulûl’elbab makamındaki nefs tasfiyesini tamamlamış olan kişiye, yerlerin melekûtu gösterilir. En alttaki kat cehennem, onun bir üstündeki kat cehennem, daha üstündeki kat cehennem ve 7 kat cehennemin yedisi de gösterilir. Onları seyrederken kişinin tüyleri ürperir ve kişi gayri ihtiyari ürker: “Yarabbi, beni de oraya mı göndereceksin?” der. Allahû Tealâ cevap verir: “Hayır. Ama bunları görmen mutlaka gereklidir.”
    O, 7 kat cehennem tamamlandığı zaman, (-7) tamamlanmıştır. Yerlerin melekûtu tamamlanmıştır. Göklerin melekûtunun gösterilmesi ihlâs makamında olur. Göklerin melekûtuna geçmeden evvel gene bu ulûl’elbab makamında Allahû Tealâ zemin katta o kişiye başkalarının göremediği başka bir hususu daha gösterir. Bu devrin imamının dergâhıdır. Zemin kattaki bir metre yüksekliğine yaklaşan bir altın para kümesi ve orada insan ruhlarının saf saf, onarlık sıralar halinde yerleşmesi söz konusudur.
       Zemin katta herkesin önünde rahleler, rahlelerde Kur’ân-ı Kerim’ler olur. Oradaki ruhlar bir nevî eğitim görür. Bu eğitimin hocası şu anda Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in en sevgili arkadaşı, Hz. Ebûbekir’dir. Allahû Tealâ Hz. Ebûbekir’i devrin imamının dergâhında öğretim görevlisi olarak vazifelendiriyor.
       O kişi, yerden yaklaşık 4 m yüksek olan, 1,5–2 m arasında bir genişliği olan tek kanatlı bir altın kapı görür. Üzeri 30 cm’lik dilimler halinde baklava dilimleri ile çizilmiş, üzerinde kapı tokmağı, kapı eli bulunmayan bir kapı. Allahû Tealâ kişiye göğün 1. katını gösterdiği zaman, seyr-i sülûkun nasıl olduğunu da o kişiye göstermeye başlar.
      7 kat yerler, yerlerin melekûtudur. O kişinin nefsinin kalbindeki bütün afetler yok olmuştur. Yok olduktan sonra bu kişinin 7 kademe nefsinin kalbinde bir güzellik oluşur. Nefsinin kalbindeki afetler tamamen yok olmuştur ama o kişinin kalbinde 19 mertebe müzeyyen olmak söz konusu olacaktır.
     Nefsin tasfiye oluşu, tasfiyenin ötesinde şimdi söyleyeceğimiz kademeleri de ifade eder. Nefsin kalbinde hiçbir afet kalmaması, nefsin tasfiye edildiğini gösterir, kişi ulûl’elbab olur. Ulûl’elbab makamı, 7 kat yerler (7 kat cehennem) ve devrin imamının dergâhı gösterildikten sonra tamamlanır.
       Devrin imamının dergâhının gösterilmesi zemin katın gösterilmesidir. Bu ulûl’elbab makamından ihlâs makamına geçişi ifade eder ama bu gösterimden sonra ihlâs makamına adım atmak ancak 1. gök katının Allahû Tealâ tarafından o kişinin kalp gözüne gösterilmesi ile mümkündür.

1.  gök katındaki açıkta yapılan secde,
2.  gök katındaki suvarılma havuzları,
3.  gök katındaki iki katlı daha çok köşke benzeyen bir mescid,
3.  kattan 4. kata ulaştıran mihenk menfezi ve 4. kattaki Beyt-ül Makdes’in aslı
5.  kattaki Beyt-ül Haram’ın aslı,
6.  kattaki sıbgatullah olma mahalli ve
7. kattaki altın giriş kapısı altındaki 7 mermer basamak, iki basamağı birbirine bağlayan tırabzan üzerindeki altın zincir, hepsi gösterilir.
     
      İşte her bir katın gösterimi, o kişinin ihlâs makamında kalbinin bir mertebe daha müzeyyen olduğunu gösterir. 7 mertebe ulûl’elbab makamında yerlerin melekûtu boyunca müzeyyen olan kalp, 7 mertebe de ihlâs makamında göklerin melekûtu gösterilerek müzeyyen olur.
    
      Muhlis olmak üzerimize farzdır Allahû Tealâ Beyyine Suresi 5. âyette buyuruyor ki:

98/BEYYİNE–5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.

      Onlar Muhlis olarak Allah’ın kulu olmakla, O’nun dîninde hanifler olarak nefslerinin kalbini muhlis kılanlar olmakla, halis kılanlar olmakla emrolundular.”
      Bütün sahabenin ulûl’elbab olduğunu görmüştük. Acaba bütün sahabe muhlis olmuşlar mıydı? Yani kalp tasfiyesinin bu 2. kesimine de ulaşmışlar mıydı? -Evet. Bakara Suresinin 139. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ sahabeye buyuruyor ki:

2/BAKARA–139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, ona muhlis olanlarız (dîni O'na hâlis kılanlarız).”

     “Onlara deyin ki:‘‘ Allah sizin de Rabbinizdir, bizim de Rabbimizdir. Ama biz Allah’a teslim, Allah’a muhlis olanlarız.” “nahnu lehu muhlisûn: O’na karşı, Allah’a karşı muhlis olanlarız. Kalpleri 14 kademe halis olanlarız. Kalbimiz müzeyyen olduktan sonra 14 kademede kalbi halisleşmiş olanlarız.”
    
      Kalbin halis olması noktasından sonra o kişiyi Allahû Tealâ Tövbe-i Nasuh’a çağırır. Ne zaman çağırır? Ne zaman o kişi 7. gök katındaki:
Kader hücrelerini,
Ümmülkitabı,
Kudret denizini,
Makam-ı Mahmud’u,
Divan-ı Salihîn’i ,
Zikir hücrelerini,
İndi İlâhide’deki huzur namazını namazı kılanları ve tahtları görürse.
     Bu durum, o kişinin ihlâsı aşmasına zemin hazırlamaz. Buradan son göreceği yer olan, görmesi lâzım gelen yer olan Sidretül Münteha’yı, (İndi İlâhi’deki en yüksek nokta) gördüğünde Allah o kişiyi Tövbe-i Nasuh’a çağırır.
     Sidretül Münteha İndi İlâhi’nin hepsini gördükten sonra en son görülecek olan, o yapraklarının rengini tarif pek mümkün olmayan, kâinattaki en güzel yeşillerden oluşan bir ağaçtır. Ne zaman kişi en yüksek noktadaki Sidretül Münteha’yı görür, o zaman Tövbe-i Nasuh’a davet edilir. Tövbe-i Nasuh’a davet, İhlâs makamının sona erdiğini, Salâh makamının başladığını gösterir.
     Nefs tasfiyesinin 1. kesimi Ulûl’elbab makamında tamamlanır. Kalp 7 mertebe müzeyyen olur. Sahabenin de kalpleri müzeyyen olmuştur. Allahû Tealâ Hucurat Suresi 7. âyette buyuruyor ki:

49/HUCURAT–7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah'ın Resûlü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.

     “Ey sahabe; biliniz ki Allah’ın Resûl’ü aranızda. Eğer o sizin söylediğinize tâbî olsaydı yani Allah’ın emirlerini bir kenara bıraksaydı da Allah’ın emirlerine değil sizin söylediklerinize tâbî olsaydı bundan çok zarar görürdünüz. Ama Allah size îmânı sevdirdi. Fıskı, küfrü, isyanı kerih gösterdi ve kalbinize yazdığı îmân kelimesi ile kalbinizi müzeyyen kıldı. İşte onlar irşada ulaşanlardır.”
     Allahû Tealâ gelecek nesillere, sahabenin irşada ulaştığını, irşad olduğunu söylüyor. Bütün sahabe irşad olmuşlardır. Yani hem yerlerin melekûtunu görmüşler hem göklerin melekûtunu görmüşler hem de Tövbe-i Nasuh’a da davet edilmişlerdir.
    
  • Tövbe-i Nasuh’a davet edilmek salâh makamının 1. kademesidir. Salâh makamı 7 kademeden oluşur.
      Bütün sahabe irşad olmuşlar. Sahabeye sonra ne oldu? Ondan sonraki kademede, Tahrim Suresinin 8. âyet-i kerimesinde adı geçen fonksiyonlar ilâve ediliyor. Allahû Tealâ diyor ki:

66/TAHRİM–8: Yâ eyyuhellezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meah(meahu), nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar! Allah’a nasuh tövbesiyle tövbe edin ki; Allah, sizin günahlarınızı örtsün ve sizi, altından nehirler akan cennetlere koysun. O gün Allah, nebîleri ve onlarla birlikte âmenû olanları utandırmayacaktır. (O gün) onlar, nurları önlerinde ve sağlarında olarak yürürler ve (nasuh tövbesini yaptıkları gün): “Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizlere mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir), muhakkak ki; Sen, herşeye kaadirsin.” derler.
      
     Allahû Tealâ: “Öyle bir tövbe ile tövbe edin ki, bu Tövbe-i Nasuh olsun.” diyor. Yani feshedilmesi mümkün olmayan, vazgeçilmeyen bir tövbe olsun. Gerçekten bu tövbeden dönüş yoktur.
     İnsan tövbe edip tekrar günah işleyebilir çünkü nefsinde afetler vardır. Tövbe-i Nasuh tövbesi, oradan dönüş olmayan bir tövbeyi ifade eder. O kişinin bir daha düşmesi mümkün değildir. Düşmeyecek olan meziyetlerle Allahû Tealâ onu muhafaza altına alır. Allahû Tealâ: “Allah o zaman peygamberini ve onunla beraber olanları utandırmayacaktır, mahcup etmeyecektir. Onlar nurları önlerinde ve sağlarında yürürler ve ‘         ‘Yarabbi nurumuzu tamamla.’’ diye dua ederler. Biz onların günahlarını affederiz. Onlar ‘‘Bize mağfiret eyle.’’ diye dua ederler.” diyor.
    Allahû Tealâ evvelâ onların günahlarını örter. Onlar derler ki: “Yarabbi bize mağfiret eyle.” Bunun mânâsı şudur: “Önce günahlarımızı ört, sonra da sevaba çevir.” Allahû Tealâ önce onların günahlarını örtüp başlarının üzerine salâh nurunu veriyor; sonra da günahlarını sevaba çeviriyor.
     O kişinin başının üzerinde, bu noktaya ulaşana kadar devrin imamının ruhu bulunuyordu. Bu, başların üzerindeki ve önlerindeki ruh idi. Onlar bu nurlarıyla yürürken: “Bizim nurumuzu tamamla.” diyorlar. Allah da onlara salâh nurunu veriyor. Böylece nur tamamlanmamıştır, iki nur olmuştur: Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ruhu sahabenin başlarının üzerindedir ve O’nun başının üzerindeki kendi nurları olan Allahû Tealâ’nın onlara verdiği salâh nuru vardır.
    
·        Salâh nurunun verilmesiyle bu makamın 3. kademesine gelinir.
Salâh makamının;

1. kademesinde günahların örtülmesi,
2. kademesinde başlarının üzerine salâh nuru verilmesi,
3. kademede, günahlar sevaba çevrilir,
ü  Bu kademesinde ise “Bize mağfiret eyle.” talebinin cevabı olarak günahların sevaba çevrilmesi gerçekleşir. Allahû Tealâ onlara mağfiret eder.
     Bu mağfiretle salâh makamının 4. kademesine gelinir.
     Bu noktada Allahû Tealâ o kişinin hazır hale gelmiş olan iradesini teslim alır ve iradeyi teslim aldıktan sonra o kişinin zikri artık zikir olmaktan çıkar ve tesbih olur. O kişi tesbihin sahibi olur.
      Kim tesbihin sahibi olursa, Allahû Tealâ bu makamda onun başının üzerine, onun ruh tayyi mekânı yapabilmesi için kendi ruhunu getirir. O kişinin kendi ruhunu getirir. Salâh makamının bu mertebesine ulaşan herkes için geçerlidir.
    
5. kademede, Burası resûllerin dışındaki normal hüviyetteki bütün insanların ulaşabileceği son makamdır. Burada Allahû Tealâ o kişiye: “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesi ile irşad yetkisi verir.
       Herkes mürşid olamaz. Mürşid olmak Allah’ın emri ile gerçekleşen bir husustur, bütün sahabe bunu başarmışlardır. Bütün sahabe irşada memur ve mezun kılınmışlardır.
      Tevbe Suresi’nin 100. âyet-i kerimesi bizlere onu ispat ediyor:

9/TEVBE–100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan ulûl’elbab, ihlâs ve salâh makamlarını, en üst üç makamı işgal edenler): onların bir kısmı muhacirînden (Mekke’den Medine’ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine’deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
       Bütün sahabe, ensara da muhacirîne de tâbî olmuşlar ve hepsi irşad makamının sahibi olmuşlardır. Bütün sahabenin bu makama ulaştığını gördük.
       İrşad makamına ulaşmak üzerimize farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

3/ÂL-Î İMRÂN–102: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey îmân edenler! Hakkıyla takva sahibi olanlar (nasıl bir takvanın sahibi ise aynı onlar) gibi, Allah’a karşı takva sahibi olun ve (ölmeden önce) Allah’a teslim olun.
     
      Allahû Tealâ bütün devirlerdeki insanlara: “Onlar nasıl bihakkın takvaya, hakkı tukatihi takvaya sahip olmuşlarsa, siz de onlar gibi bihakkın takvaya sahip olun.” diyor. Sahâbe de bihakkın takvaya, üzerlerine farz kılınan bihakkın takvaya sahip olmuşlar ve kalplerinde bütün afetler yok olduktan sonra tam 19 mertebe müzeyyen olma gerçekleşmiştir.
      Bir insandaki nefs tasfiyesi devam ettiği sürece mutlaka Allahû Tealâ onu bir gün irşad makamına kadar ulaştırır. Bu, kişinin gayretine ve Allah’ın yardımına dayalı bir olaydır. Daimî zikre ulaşan kişi daimî zikirden bir daha düşmez. İrşad makamına Allahû Tealâ tarafından tayin edilen kişi irşad makamından asla alınmaz.
       Nefs tasfiyesi, Allahû Tealâ’nın muhteşem bir dizaynıdır.  Kişiyi mutlulukların doruğuna çıkarır.
       Görüyorsunuz ki, dîni yaşamanın arka plânında sadece nefs var, nefs var, nefs vardır. İşte bu 7 safha dizayn içerisinde, reçeteyi uygulayan kişi nefsini tamamen Allah’a teslim eden bir insandır. Resûlullah’ın deyimi ile konuşalım; “Men arefe nefsehu faka arefe rabbehu; kim nefsine arif olmuşsa, Rabbine  arif olmuştur.” Arif olmak, 7 safhada gerçekleşen bir olgudur. Kişi Rabbine şahitlik eder, arif olur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde diyordu ki: “Artık küçük cihadlar bitti, şimdi büyük cihad başlıyor.” Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in küçük cihadla kastettiği, dış düşmanlarla olan bir harbi, savaşı ifade eder. Büyük cihadla kastettiği ise kişinin kendi nefsine karşı cihadını ifade etmektedir. Cihad-ı ekber, dînin gayesidir. Büyük cihada başlayan toplumun bireylerine engel olanlar olursa, onlara karşı küçük cihadla mücâdele etmeyi Allah bize farz kılmıştır.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

     Başlangıç noktasında insanlar Nefs-i Emmare’de dünyaya gelirler. Ve Nefs-i Emmare’deki kişi ya açık ya da gizli şirkin içerisindedir. Açık ve gizli şirkin içerisinde olan insanlar kesinlikle Allah’ın dîninin yaşanmasına engel olurlar. Dîni yaşamaya engel olan bu kişilere karşı, Allahû Tealâ kendimizi savunmak babında izin vermiştir. Ne demek istiyorum? Başkasını Allah yolundan saptıranlar, katilden daha büyük bir fitnenin içerisindedirler. O fitne insanları Allah’ın yolundan saptırmaktır. Küçük cihad, Allah’ın yolundan  saptıranlara karşı yapılan bir cihaddır. Fiziksel bir olaydır ama asıl büyük cihad, nefsimize karşı verdiğimiz bir cihaddır.
     Nitekim Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerimi’nde, 7 safhada Hz. İbrâhîm’i bize örnek vermiştir. Her safhada Hz. İbrâhîm; “Ben müşriklerden değilim.” demektedir. Neden? Allahû Tealâ’nın bizim üzerimizde hakkı vardır. Bir de bizlerin Allah üzerinde hakkı vardır. Biz Allah’ın üzerimizdeki hakkını yerine getirmedikçe, bizim Allah üzerindeki  hakkımızın  gerçekleşmesi mümkün değildir.
     Bizim Allah üzerindeki hakkımız, Allahû Tealâ’nın kesinlikle bize azap etmemesidir. Azabın olmadığı yerde mutluluk vardır, huzur vardır. Allahû Tealâ’nın bizi devamlı mutlu kılması, bizim Allah üzerindeki hakkımızdır. Ama azaptan berî olmak Allah’ın üzerimizdeki hakkı olan nefs tezkiyesi tasfiyesini gerçekleştirmemiz farzdır. Nefs tezkiyesi ve tasfiyesi büyük cihaddır. Büyük cihad başkalarına karşı savaşmak değildir. Büyük cihad, Allahû Tealâ’nın bize vermiş olduğu iradeyle bizi mutsuz ve huzursuz kılan ve her türlü kötülüğü işlet tiren nefsimizin tezkiye ve tedavisi istikametinde gayret göstermektir.

·        Yunus Emre diyor ki:
‘‘Uslu değil delidir, (akıllı değil, akılsızdır)
Halka sâlusluk satan. (başkalarına devamlı nasihatta bulunan)
Nefsini müslüman etsin, var ise kerameti.’’
   
     Yunus’un; “Nefsini müslüman etsin, var ise kerameti.” dediği yerdeki, nefsi müslüman etmek için yapılacak cihad, büyük cihaddır. Yunus Emre’nin bu sözleri ile Bakara Suresinin 44. âyet-i kerimesi birbiriyle %100 örtüşmektedir:

2/BAKARA-44: E te’murûnen nâse bil birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlûnel kitâb(kitâbe) e fe lâ ta’kılûn(ta’kılûne).
İnsanlara birr'i (tezkiye ve teslim olmayı) emrediyorsunuz da siz kendinizi unutuyor musunuz? Ve siz, Kitab'ı okuduğunuz halde hâlâ akıl etmiyor musunuz?

     En büyük keramet, nefsi müslüman etmektir. Kişinin nefsini müslüman edebilmesi vaaz ve nasihati evvelâ kendisinin yaşaması yani nefsini tezkiye ve tasfiye etmesi lâzımdır. Kendisi yaşamadıkça faydasız ilmin sahibidir. İlmi bilmek elbette 1. basamaktır ama asıl olan o ilmi yaşayabilmektir. Nitekim Allahû Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de faydasız  ilimden bahsetmektedir. Faydasız ilim, kişinin kendi hayatına tatbik etmediği başkasının da yoldan sapmasına sebep olan ilimdir.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.