NEFS
TEZKİYESİ VE TASFİYESİ
Günümüzde islâm tatbikatında kaldırılan
bir husus da nefs tezkiyesidir. Zikrin farz olduğu unutulduğu için, nefs
tezkiyesi, iyi işler yapmak, güzel işler yapmak şeklinde tarif edilmektedir.
Oysa
nefs tezkiyesi ve tasfiyesi nefsin kalbindeki, kin ve nefret, küfür, yalan,
zulüm, hased ve düşmanlık cimrilik vs. gibi tam 19 afetin Allah’ı zikrederek
yok olması; o afetlerin yerini hasletlerin alması, nefsin kalbine fazl
nurlarının dolmasıdır.
Nefs tezkiyesi farz mı? - Evet. Fâtır Suresi 18. âyet-i kerimede ve Şems Suresi 9. âyet-i kerimede Rabbimiz buyuruyor ki:
35/FÂTIR–18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in
ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ,
innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salâh(salâte), ve
men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsih(nefsihî), ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını)
yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını)
çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak
gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim
tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi
için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah’a döner,
ulaşır).
91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ
Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.
İşte üzerimize farz olan nefs
tezkiyesi ve tasfiyesi, 7 safha 4 teslimden 3. Teslimi, Ulûl’elbabı, yani daimî
zikri ifade eder.
Evvelâ zikir farz mı
noktasından harekete geçelim. Zikir farz mıdır? -Evet, farzdır. Allahû Tealâ
buyuruyor ki:
73/MUZEMMİL–8: Vezkurisme rabbike
ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Rabbinin (Allah’ın)
ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O’na (Allah’a) dön (ulaş, vasıl ol).
Zikir neticesinde kişi ruhunu Allah’a
ulaştırıyor. Bu daimî zikir değildir, günün yarısından daha fazla zikir de
değildir. Bu, Allah’ın belli bir sıra dahilinde emrettiği virdi
gerçekleştirmektir. Yani 7 bin zikirden başlayan bir zikretme müessesesi, 33
bin zikirde ruhu Allah’a ulaştırmakla tamamlanır. Ruhumuzu Allah’ı zikrederek
Allah’a ulaştırmak, üzerimize farz kılınmıştır. Anlıyoruz ki ruhumuzun Allah’a
ulaşması Allah’ın zikri ile mümkündür. Bu, zikrin vücuda getirdiği nefs tezkiyesi
denilen bir olayla mümkündür. Nefs tezkiyesi yoksa o zaman ruhumuzun Allah’a
ulaşması da yoktur. Oysaki ruhumuzu Allah’a ulaştırmak üzerimize farzdır.
Ruhumuzu Allah’a ulaştırmak evvelâ
Muzemmil Suresi 8. âyet-i kerime ile farzdır. Sonra Allahû Tealâ Zariyat Suresi
50. âyet-i kerimede: “fe firrû ilâllâh: Allah’a firar et, Allah’a kaç ve
Allah’a sığın.” diyor. Ruhumuzun Allah’a sığınması, Allah’a kaçması
emrediliyor:
51/ZARİYAT–50:Fe firrû
ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah'a kaç
(Allah'a ulaş, Allah'a sığın). Muhakkak ki ben, sizin için (ondan), apaçık bir
uyarıcıyım.
Fecr Suresi 28. âyet-i kerimede : “İrciî
ilâ rabbiki: Rabbine rücû et, geri dönerek Rabbine ulaş.” diye buyuruyor. Bu,
ruhun biz hayattayken Allah’a ulaşmasıdır.
89/FECR–28: İrciî ilâ rabbiki
râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
Allah’tan razı ol ve
Allah’ın rızasını kazan. (Ey ruh!) Allah’a (Rabbine) geri dönerek ulaş.
Allahû Tealâ Zumer Suresi 54. âyet-i
kerimede: “Üzerinize azap gelmeden önce Allah’a yönelin ve Allah’a teslim
olun.” buyuruyor:
39/ZUMER–54: Ve enîbû ilâ
rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ
tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a)
yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na
(Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim
edin). Sonra yardım olunmazsınız.
Bunun manası: “Önce ruhunuzu, sonra fizik
vücudunuzu, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin.” demektir. Ruhun teslimi
de bu konunun içindedir. Önce ruhumuzu Allah’a ulaştırmamız üzerimize farzdır.
Sonra bakıyoruz ki daimî zikre ulaşmak da üzerimize farzdır. Allahû Tealâ
buyuruyor ki:
4/NİSA–103: Fe izâ kadaytumus
salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe
ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alel mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Namazı bitirdiğinizde;
ayaktayken, otururken ve yan üzeriyken (yan üstü yatarken) Allah’ı hep
zikredin! Güvenliğe kavuştuğunuzda namazı erkânıyla kılın. Çünkü namaz,
mü’minlerin üzerine, vakitleri belirlenmiş bir farz olmuştur.
“Ayaktayken de, otururken de, yan üstü
yatarken de hep Allah’ı zikredin.” Bir insan üç halde bulunabileceğine göre ya
ayaktadır ya oturuyordur ya da yatıyordur. Dördüncüsü yok. Öyleyse daimî zikir
emri ile karşı karşıyayız. Yeter mi? Yetmez, bütün sahabenin daimî zikre
ulaştığını görüyoruz.
3/AL-İ İMRAN–191: Ellezîne
yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs
semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke
fekınâ azâben nâr(nârı).
O (Ulûl’elbab) ki;
(lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken
ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı
hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl
olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından
koru.”
Allahû Tealâ daimî zikrin sahiplerine “ulûl’elbab” diyor. “Ellezîne yezkurûnallâhe
kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim’’ ulûl’elbab için ayaktayken de otururken de
yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.
Bütün sahabe ulûl’elbab oldular mı? Daimî
zikrin sahibi oldular mı? Yani nefs tasfiyesini gerçekleştirdiler mi? Evet.
Konumuzun daha başında bunu ortaya koyalım ki bütün sahabe ruhlarını,
vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim etmişlerdir. Bu, nefsin teslimi
safhasıdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
39/ZUMER–18: Ellezîne yestemiûnel
kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike
hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler,
böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete
erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Bütün sahabe ulûl’elbab olmuştur. Nefs
tasfiyesini gerçekleştirmiştir.
- Nefs tezkiyesi, ruhumuzu Allah’a ulaştırıncaya
kadar geçecek safhayı ifade eder.
1. basamakta olayları
yaşarız.
2. basamakta olayları
değerlendiririz. Allahû Tealâ insanlardan Allah’a ulaşmayı dileyenleri seçer.
ü
Allah’a ulaşmayı dileyenler 3. basamağa
ulaşırlar.
Allahû Tealâ derhal o kişilerin üzerine
Rahman esması ile tecelli eder. Onların gözlerini, kulaklarını ve kalplerini
açar. Sonra onların kalplerine ulaşır. Kalbi Allah’a çevirir. O kişilerin
göğsünü yararak göğsünden kalbine bir nur yolu açar ve o kişi zikir yapmaya
başlar.
Allah
katından gelen rahmet nurları kalbe sızar. Bu sızıntı %2’yi bulduğu zaman kişi
huşû sahibi olur. O zaman mürşidini sormak imkânının sahibi olur, hakkı doğar.
Hacet namazını kılıp Allah’ın farz emri üzerine mürşidini sorar. Allahû Tealâ
kişiye mürşidini gösterir ve kişi mürşidine tâbî olur. Bu tâbiiyet
gerçekleştiği zaman, ruhu vücudundan ayrılır ve Allah’a doğru yola çıkar.
Nefs
tezkiyesi boyunca nefsinin kalbinde %2 rahmetten sonra; İlk %7 fazl birikimi
tamamlanınca o kişinin ruhu 1. gök katına çıkar. Nefs-i Emmare.
Nefsinin kalbinde 2.
defa %7 fazl birikimi ile bu kişinin ruhu 2. gök katına çıkar. Nefs-i Levvame
Sonra
ruhu 3. defa %7 fazl birikimi ile 3. gök katına ulaşır. Burası Nefs-i
Mülhime’dir. Kişi Allah’tan ilham almaya başlar.
4.
defa %7 fazl birikimi ile bu kişinin ruhu 4. gök katına çıkar. Nefs-i Mutmaine.
Kişi artık doyuma ulaşmıştır. Allah’ın verdikleri onun için mutlak olarak
yeterlidir.
5. defa %7 fazl birikimi ile bu kişinin
ruhu 5. gök katına ulaşır. Burası Allah’tan razı olma makamıdır. Nefs-i Radiye.
6. defa %7 fazl birikimi, ruh 6. gök
katına ulaşır. Nefs-i Mardiyye. Allah da ondan razı olmuştur.
7. defa %7 nur birikimi o kişinin ruhunu
Allah’a ulaştırır. Ruh Allah’ın Zat’ında yok olur. Burası Nefs-i tezkiye’dir.
Burası Nefs-i Tezkiye’ye kadar olan
bölümdür. Şimdi tezkiyeden sonraki bölümü yani tasfiyeyi inşaallah ele
alıyoruz.
Nefsin kalbinde %49 fazl, %2 rahmet
birikimi ile bir insanın ruhu Allah’a ulaşır ve nefsin kalbinde %51 nur
birikimi tamamlanır. Bu kişinin ruhu Allah’ın Zat’ında yok olur. Burası fenâ
makamıdır. Fenâfillah makamı.
Fenâ; fani olma, yok
olma,
Fi; içinde
fenâfillâh; Allah’ın
içinde yok olma demektir.
Allah’ın ruhunu taşıyan insan, Allah’a ait
olan emanetini Allah’a teslim etmiştir. Ruh, Allah’a dönmüştür. Allah’a
döndükten ve Allahû Tealâ’nın Zat’ında yok olduktan sonra Allah o kişinin
ruhunu tekrar İndi İlâhi’ye gönderir. Artık o kişi Allahû Tealâ’nın huzurunda
boşlukta duran bir altın taht sahibi olur. İşte burası o kişinin nefsinin
kalbinde nurların %61’den daha sonraki safhasını ifade eder.
Nefsin kalbindeki nurlar %51’den %61’e kadar, ruhun Allah’ın Zat’ında yok
olduğu noktadaki hüviyeti gösterir. Kişinin ruhu Allah’ın Zat’ında yok olmuştur
ama kişi zikrini arttırmaya devam eder. Bu kişinin zikri arttıkça nefsinin
kalbindeki nurlar da %51’den %61’e kadar yükselir. %61 olduğu zaman Allahû
Tealâ o kişiye En’am Suresinin 127. âyet-i kerimesi gereğince taht ihsan eder:
6/EN’AM–127: Lehum dârus selâmi
inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Rab’lerinin katında
onlar için selâm yurdu (teslim yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O
(Allah), onların dostudur.
Bu tahta bakıyoruz; Allahû Tealâ: “Onlara
Allah’ın İndi’nde, İndi İlâhi’de taht ihsan edilir. Onlar orada tahtlarda
otururlar.” buyuruyor. Bu kişi zikrini bu noktadan itibaren de arttırmaya devam
ediyor. Kalpteki nur birikiminin %61’den %71’e kadar olan makam, Beka
makamıdır. Allah’ın İndi’nde, İndi İlâhi’de o kişinin baki olduğunu gösterir.
Allah’ın indinde baki olmak demektir.
Bundan sonraki makam Zühd makamıdır.
Zikrinizi daha çok arttırdığınız zaman Zühd makamının sahibi olursunuz.
Buradaki zikrin işareti, günün yarısından daha fazla zikirdir. Hiç kimse
zikrini günün yarısından öteye geçirmedikçe nefsinin kalbindeki nurlar %71’i
aşamaz. %71’i aşabilmesi için kişinin mutlaka zahid olması lâzımdır.
Rabbimiz Yusuf Suresinin 20. âyet-i
kerimesi negatif zühdten bahsediyor:
12/YUSUF–20: Ve şerevhu bi
semenin bahsin derâhime ma’dûdeh(ma’dûdetin), ve kânû fîhi minez
zâhidîn(zâhidîne).
Ve onu (Yusuf’u), az
bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar. Çünkü ona karşı zahidlerden idiler.
Allahû Tealâ negatif zühd konusunda şunu
söylüyor: “Onlar yani kardeşleri, Yusuf’a karşı zahiddiler, bu sebeple Yusuf’u
birkaç dirheme, pek az bir bedele sattılar.”
Negatif zühdün karşıtı pozitif zühdtür.
Bir kişi her gün, günün yarısından daha fazla zikrediyorsa o Allah ile olan
ilişkisinin dünya ile olan ilişkisinden her gün daha fazla olduğunu Allah’a
ispat etmiş demektir. Bu sebeple bu kişi Allah’ın katında zahid
mertebesindedir.
Bu kişi zikrini daha da arttırıyor. Öyle
bir gün geliyor ki bu kişinin nefsinin kalbindeki nurlar %71’den %81’e
yükseliyor. %81’e ulaştığı zaman artık o kişi fizik vücudunu Allah’a teslim
etmiştir.
Bu kişi mutlaka günün yarısından daha
fazla zikreden birisidir. Kimin nefsinin kalbinde, (ulaştığı zikir kademesi
itibariyle) %61, %71 nur birikimini geçip, bu nur birikimi %81’e ulaşmışsa, o
kişinin fizik vücudu Allah’a teslim olmuştur. Kişinin nefsinin kalbinde daha
%19 karanlık vardır, afetler vardır. %81 (%79 fazl, %2 rahmet) nura karşılık,
geri kalan %19’luk kısım kapkaranlık olmasına rağmen o kişinin fizik vücudu
Allah’ın bütün emirlerini yerine getirir. Yasak ettiği hiçbir fiili kesinlikle
işlemez.
O
kişi için söz konusu olan fizik vücudunu Allah’a teslim etmektir. O kişinin
fizik vücudu %19 muhalefete hiç aldırmadan, Allah’ın bütün emirlerini yerine
getirir, yasak ettiği hiçbir fiili işlemez. İşte bu nokta kişinin fizik
vücudunu Allah’a teslim ettiği noktadır.
Acaba
sahabe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler midir? - Âl-î İmrân Suresinin
20. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/ÂL-Î İMRÂN–20: Fe in hâccûke fe
kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl
kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe
innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Eğer seninle tartışmaya
kalkarlarsa, o zaman de ki: “Ben ve bana tâbî olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu)
Allah’a teslim ettik.” O kitap verilenlere ve ÜMMÎ’lere de ki: “Siz de (fizik
vücudunuzu Allah’a) teslim ettiniz mi?” Eğer teslim ettilerse o zaman (onlar)
andolsun ki; hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen
(görev) ancak tebliğdir. Allah kullarını BASÎR’dir (görendir).
Önce Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve bütün
sahabe yani O’na tâbî olanlar, fizik vücudunu Allah’a teslim etmiştir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) daha üst makamlara da çıkıp iradesini de Allah’a
teslim etmiştir. Bütün sahabenin fizik vücutlarını Allah’a teslim ettikleri
kesindir.
v
Sahabenin zikirlerinin daha da arttırdığını
görüyoruz. Nefsin kalbindeki nurlar giderek çoğalıyor ve öyle bir noktaya
geliyor ki; bu kişi daimî zikrin sahibi oluyor. Bu kişi daimî zikrin sahibi
olana kadar İlm’el yakîn ile Ayn’el yakîn arasında bir köprüdedir. Ruhumuzun
Allah’a ulaştığı noktada İlm’el yakîn sona ermiştir. Ondan sonra kişi fenâ
makamını, beka makamını, zühd makamını ve muhsinler makamını geçecektir. Ancak
ondan sonra ulûl’elbab olacaktır. Bu 4 makam İlm’el yakînden, Ayn’el yakîne
geçişin 4 makamını ifade eder ama İlm’el yakîn bitmiştir. Ayn’el yakîn de
başlamamıştır. Allahû Tealâ berzahta bu kişinin kalp gözünü ve kalp kulağını
açabilir de açmayabilir de.
Allahû Tealâ bir kişinin kalp gözünü ve kalp
kulağını açmadan o kişi daimî zikre ulaşırsa, o kişi daimî zikre ulaşıncaya
kadar geçen fenâ, beka, zühd ve muhsinler makamlarında İlm’el yakîne daha yakın
bir hüviyette İlm’el yakînin devamını yaşamıştır. İlm’el yakîn hüviyetinde
Ayn’el yakîne ulaşmışlardır. Allahû
Tealâ bu 4 makamda kimin kalp gözünü veya kalp kulağını veya ikisini birden
açarsa, onlar da Ayn’el yakînin sahibi olamamışlardır ama bu 4 makamda İlm’el yakîne
değil Ayn’el yakîne yakın bir seyir takip etmişlerdir. Neticede bu kişiler
hepsi Ayn’el yakîne ulaşırlar. Daimî zikre ulaşan herkes Ayn’el yakînin sahibi
olur.
Daimî zikir nefsin tasfiyesi demektir.
Ulûl’elbab makamı kişiye çok şeyler sağlar.
Özelliği, evvelâ bu
kişi daimî zikrin sahibidir.
Daimî zikrin sahibi olması onun kalbindeki
bütün afetlerin yok olmasını ifade eder. Kalbi tamamen %98 fazl adlı nurlarla,
%2 rahmet adlı nurlarla doludur. O kişinin kalbi tamamen nurla dolmuştur.
Kişinin kalbine dikkatle bakın, orada karanlığı göremezsiniz. Afetlerin hepsi
yok olmuştur. Fazıllar %98 ölçüsünde kalbi doldurmuştur. Bu kişi:
1-
Daimî zikrin sahibidir.
2-
Kalbinde hiç afet kalmamıştır.
3-
Kalp gözünü açar.
4-
Kalp kulağını açar.
Böylece
bu kişinin 4 tane vasfı oluşur. Bu 4 tane temel şarta haiz olan daimî zikrin
sahiplerine ulûl’elbab adı verilir. Bu standartlar o kişinin üç tane sonuç
şartı kazanmasını sağlar:
1-
Kişi Ehl-i tezekkür olmuştur. Allah ile her an,
dilediği an konuşabilmek imkânının sahibidir. Allahû Tealâ ona mutlaka cevap
verir. Eğer cevap vermezse, o konu tekrar sorulacak demektir. Allahû Tealâ
dilediğini dilediği zaman yapandır. Kişi bazen “Sualine cevap yok.” cevabını da
alabilir. Allah herkesin sahibidir. Dilediğini yapar. Allahû Tealâ mutlaka
cevap verir diyoruz ama bu cevap: “Cevap yok.” şeklinde de olabileceği için,
Allahû Tealâ dilediği zaman cevap vermeyebilir anlamı da çıkıyor. O kişinin
daimî zikre ulaşması halinde bu kişinin özelliklerinin bir yenisi, bu kişinin
ehli tezekkür olmasıdır. Allah ile dilediği istikamette konuşabilmesidir.
2- Kişinin
Ehl-i hayr olmasıdır. Ehl-i hayr; hayır ehli, hayrın sahibi demektir. Allahû
Tealâ ne demek istiyor? Kişi daimî zikre ulaşmıştır. Zikir ise, o kişiye
derecat kazandıran en büyük faktördür. Derecat kazandıran bütün olaylar
hayırdır. Derecat kaybettiren bütün olaylar şerrdir. Bu sebeple bu kişi daimî
zikri sebebiyle devamlı derecat kazanan bir hüviyete kavuşmuştur. Peygamber
Efendimiz (S.A.V) bir hadisinde; “Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden yeğdir,
daha üstündür, daha çok derecat kazandırır.” diyor. Uyurken de kalbi “Allah,
Allah, Allah…” diye devamlı zikrettiği için o kişi devamlı derecat kazanır.
Kazandığı her bir dereceye karşılık 700 katını kazanacağı için ve o kişi uykuda
da kalbi zikirde olduğu için, her saniye 700 derecat kazanır. O sırada ibadet
eden bir kişi sadece 10 derece kazanabilir. Birisi bir saniyede 10 derece
kazanırken diğeri 700 derece kazanır. İşte bu daimî zikrin sahibi yani
ulûl’elbab olan kişidir.
2/BAKARA–261: Meselullezîne
yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî
kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu
vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda
harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak
üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah,
dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi’dir,
Alîm’dir.
3-Ehl-i hüküm ve Ehl-i hikmet olmasıdır.
İkisi de aynı kökten geldiği için bir tek kelimeyle o kişi ehli hikmettir,
hikmet ehlidir. Hikmet ehli, o kişinin hâkimlik ya da hakemlik yapması halinde
mutlaka adaletle davranmasına sebebiyet verir. O kişi mutlak olarak adaleti
temsil eder. Neden? Çünkü bütün hükümlerini Allah’tan sorarak vermek
mecburiyetindedir. Böyle yaptığı için de mutlaka adaleti temsil eder. Peki, 2.
husus nedir? 2. husus ehli hüküm oluşudur. Kur’ân-ı Kerim’e baktığı zaman o
âyetin 28 basamağın hangisine tekabül ettiğini bir bakışta hemen çıkarır.
Öyleyse bir kişinin nefs tasfiyesi yapmış
olması demek, onun ulûl’elbab olmasıdır ve kişinin 4 tane vasıf şartı ile 3
tane sonuç şartı olmak üzere toplam 7 tane önemli vasıf kazanmasını sağlar.
“Ulûl’elbab olan bir kişi lübblerin sahipleridir.” demekle Allahû Tealâ o
kişinin kalp gözünün ve kalp kulağının açık olduğunu söylüyor.
Allahû Tealâ o kişi dilediği anda konuşur
ya da Allah dilediği anda Allah onunla konuşur. Bu kişiye yerlerin melekûtu
gösterilir. Ulûl’elbab makamındaki nefs tasfiyesini tamamlamış olan kişiye,
yerlerin melekûtu gösterilir. En alttaki kat cehennem, onun bir üstündeki kat
cehennem, daha üstündeki kat cehennem ve 7 kat cehennemin yedisi de gösterilir.
Onları seyrederken kişinin tüyleri ürperir ve kişi gayri ihtiyari ürker:
“Yarabbi, beni de oraya mı göndereceksin?” der. Allahû Tealâ cevap verir:
“Hayır. Ama bunları görmen mutlaka gereklidir.”
O, 7 kat cehennem tamamlandığı zaman, (-7)
tamamlanmıştır. Yerlerin melekûtu tamamlanmıştır. Göklerin melekûtunun
gösterilmesi ihlâs makamında olur. Göklerin melekûtuna geçmeden evvel gene bu
ulûl’elbab makamında Allahû Tealâ zemin katta o kişiye başkalarının göremediği
başka bir hususu daha gösterir. Bu devrin imamının dergâhıdır. Zemin kattaki
bir metre yüksekliğine yaklaşan bir altın para kümesi ve orada insan ruhlarının
saf saf, onarlık sıralar halinde yerleşmesi söz konusudur.
Zemin katta herkesin önünde rahleler,
rahlelerde Kur’ân-ı Kerim’ler olur. Oradaki ruhlar bir nevî eğitim görür. Bu
eğitimin hocası şu anda Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in en sevgili arkadaşı, Hz.
Ebûbekir’dir. Allahû Tealâ Hz. Ebûbekir’i devrin imamının dergâhında öğretim
görevlisi olarak vazifelendiriyor.
O
kişi, yerden yaklaşık 4 m yüksek olan, 1,5–2 m arasında bir genişliği olan tek
kanatlı bir altın kapı görür. Üzeri 30 cm’lik dilimler halinde baklava
dilimleri ile çizilmiş, üzerinde kapı tokmağı, kapı eli bulunmayan bir kapı.
Allahû Tealâ kişiye göğün 1. katını gösterdiği zaman, seyr-i sülûkun nasıl
olduğunu da o kişiye göstermeye başlar.
7 kat yerler, yerlerin melekûtudur. O
kişinin nefsinin kalbindeki bütün afetler yok olmuştur. Yok olduktan sonra bu
kişinin 7 kademe nefsinin kalbinde bir güzellik oluşur. Nefsinin kalbindeki
afetler tamamen yok olmuştur ama o kişinin kalbinde 19 mertebe müzeyyen olmak
söz konusu olacaktır.
Nefsin tasfiye oluşu, tasfiyenin ötesinde
şimdi söyleyeceğimiz kademeleri de ifade eder. Nefsin kalbinde hiçbir afet
kalmaması, nefsin tasfiye edildiğini gösterir, kişi ulûl’elbab olur. Ulûl’elbab
makamı, 7 kat yerler (7 kat cehennem) ve devrin imamının dergâhı gösterildikten
sonra tamamlanır.
Devrin imamının dergâhının gösterilmesi
zemin katın gösterilmesidir. Bu ulûl’elbab makamından ihlâs makamına geçişi
ifade eder ama bu gösterimden sonra ihlâs makamına adım atmak ancak 1. gök
katının Allahû Tealâ tarafından o kişinin kalp gözüne gösterilmesi ile
mümkündür.
1. gök katındaki açıkta yapılan secde,
2. gök katındaki suvarılma havuzları,
3. gök katındaki iki katlı daha çok köşke
benzeyen bir mescid,
3. kattan 4. kata ulaştıran mihenk menfezi ve 4.
kattaki Beyt-ül Makdes’in aslı
5. kattaki Beyt-ül Haram’ın aslı,
6. kattaki sıbgatullah olma mahalli ve
7. kattaki altın giriş
kapısı altındaki 7 mermer basamak, iki basamağı birbirine bağlayan tırabzan
üzerindeki altın zincir, hepsi gösterilir.
İşte her bir katın gösterimi, o kişinin ihlâs
makamında kalbinin bir mertebe daha müzeyyen olduğunu gösterir. 7 mertebe
ulûl’elbab makamında yerlerin melekûtu boyunca müzeyyen olan kalp, 7 mertebe de
ihlâs makamında göklerin melekûtu gösterilerek müzeyyen olur.
Muhlis olmak üzerimize farzdır Allahû
Tealâ Beyyine Suresi 5. âyette buyuruyor ki:
98/BEYYİNE–5: Ve mâ umirû illâ li
ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve
zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için
hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve
namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte
kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.
Onlar Muhlis olarak Allah’ın kulu
olmakla, O’nun dîninde hanifler olarak nefslerinin kalbini muhlis kılanlar
olmakla, halis kılanlar olmakla emrolundular.”
Bütün sahabenin ulûl’elbab olduğunu
görmüştük. Acaba bütün sahabe muhlis olmuşlar mıydı? Yani kalp tasfiyesinin bu
2. kesimine de ulaşmışlar mıydı? -Evet. Bakara Suresinin 139. âyet-i
kerimesinde Allahû Tealâ sahabeye buyuruyor ki:
2/BAKARA–139: Kul e tuhâccûnenâ
fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve
nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında
bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir.
Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, ona
muhlis olanlarız (dîni O'na hâlis kılanlarız).”
“Onlara deyin ki:‘‘ Allah sizin de
Rabbinizdir, bizim de Rabbimizdir. Ama biz Allah’a teslim, Allah’a muhlis
olanlarız.” “nahnu lehu muhlisûn: O’na karşı, Allah’a karşı muhlis olanlarız.
Kalpleri 14 kademe halis olanlarız. Kalbimiz müzeyyen olduktan sonra 14
kademede kalbi halisleşmiş olanlarız.”
Kalbin halis olması noktasından sonra o
kişiyi Allahû Tealâ Tövbe-i Nasuh’a çağırır. Ne zaman çağırır? Ne zaman o kişi
7. gök katındaki:
Kader hücrelerini,
Ümmülkitabı,
Kudret denizini,
Makam-ı Mahmud’u,
Divan-ı Salihîn’i ,
Zikir hücrelerini,
İndi İlâhide’deki huzur
namazını namazı kılanları ve tahtları görürse.
Bu durum, o kişinin ihlâsı aşmasına zemin
hazırlamaz. Buradan son göreceği yer olan, görmesi lâzım gelen yer olan
Sidretül Münteha’yı, (İndi İlâhi’deki en yüksek nokta) gördüğünde Allah o
kişiyi Tövbe-i Nasuh’a çağırır.
Sidretül Münteha İndi İlâhi’nin hepsini
gördükten sonra en son görülecek olan, o yapraklarının rengini tarif pek mümkün
olmayan, kâinattaki en güzel yeşillerden oluşan bir ağaçtır. Ne zaman kişi en
yüksek noktadaki Sidretül Münteha’yı görür, o zaman Tövbe-i Nasuh’a davet edilir.
Tövbe-i Nasuh’a davet, İhlâs makamının sona erdiğini, Salâh makamının
başladığını gösterir.
Nefs tasfiyesinin 1. kesimi Ulûl’elbab
makamında tamamlanır. Kalp 7 mertebe müzeyyen olur. Sahabenin de kalpleri
müzeyyen olmuştur. Allahû Tealâ Hucurat Suresi 7. âyette buyuruyor ki:
49/HUCURAT–7: Va’lemû enne fîkum
resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve
lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe
ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah'ın
Resûlü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka
sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde
müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih
gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
“Ey sahabe; biliniz ki Allah’ın Resûl’ü
aranızda. Eğer o sizin söylediğinize tâbî olsaydı yani Allah’ın emirlerini bir
kenara bıraksaydı da Allah’ın emirlerine değil sizin söylediklerinize tâbî
olsaydı bundan çok zarar görürdünüz. Ama Allah size îmânı sevdirdi. Fıskı,
küfrü, isyanı kerih gösterdi ve kalbinize yazdığı îmân kelimesi ile kalbinizi
müzeyyen kıldı. İşte onlar irşada ulaşanlardır.”
Allahû Tealâ gelecek nesillere, sahabenin
irşada ulaştığını, irşad olduğunu söylüyor. Bütün sahabe irşad olmuşlardır.
Yani hem yerlerin melekûtunu görmüşler hem göklerin melekûtunu görmüşler hem de
Tövbe-i Nasuh’a da davet edilmişlerdir.
- Tövbe-i Nasuh’a davet edilmek salâh makamının 1. kademesidir. Salâh makamı 7 kademeden oluşur.
Bütün sahabe irşad olmuşlar. Sahabeye
sonra ne oldu? Ondan sonraki kademede, Tahrim Suresinin 8. âyet-i kerimesinde
adı geçen fonksiyonlar ilâve ediliyor. Allahû Tealâ diyor ki:
66/TAHRİM–8: Yâ eyyuhellezîne
âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum
seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru, yevme lâ
yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meah(meahu), nûruhum yes'â beyne eydîhim ve
bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli
şey'in kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar!
Allah’a nasuh tövbesiyle tövbe edin ki; Allah, sizin günahlarınızı örtsün ve
sizi, altından nehirler akan cennetlere koysun. O gün Allah, nebîleri ve
onlarla birlikte âmenû olanları utandırmayacaktır. (O gün) onlar, nurları
önlerinde ve sağlarında olarak yürürler ve (nasuh tövbesini yaptıkları gün):
“Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizlere mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir),
muhakkak ki; Sen, herşeye kaadirsin.” derler.
Allahû Tealâ: “Öyle bir tövbe ile tövbe
edin ki, bu Tövbe-i Nasuh olsun.” diyor. Yani feshedilmesi mümkün olmayan,
vazgeçilmeyen bir tövbe olsun. Gerçekten bu tövbeden dönüş yoktur.
İnsan tövbe edip tekrar günah işleyebilir
çünkü nefsinde afetler vardır. Tövbe-i Nasuh tövbesi, oradan dönüş olmayan bir
tövbeyi ifade eder. O kişinin bir daha düşmesi mümkün değildir. Düşmeyecek olan
meziyetlerle Allahû Tealâ onu muhafaza altına alır. Allahû Tealâ: “Allah o
zaman peygamberini ve onunla beraber olanları utandırmayacaktır, mahcup
etmeyecektir. Onlar nurları önlerinde ve sağlarında yürürler ve ‘ ‘Yarabbi nurumuzu tamamla.’’ diye dua
ederler. Biz onların günahlarını affederiz. Onlar ‘‘Bize mağfiret eyle.’’ diye
dua ederler.” diyor.
Allahû Tealâ evvelâ onların günahlarını
örter. Onlar derler ki: “Yarabbi bize mağfiret eyle.” Bunun mânâsı şudur: “Önce
günahlarımızı ört, sonra da sevaba çevir.” Allahû Tealâ önce onların
günahlarını örtüp başlarının üzerine salâh nurunu veriyor; sonra da günahlarını
sevaba çeviriyor.
O kişinin başının üzerinde, bu noktaya
ulaşana kadar devrin imamının ruhu bulunuyordu. Bu, başların üzerindeki ve
önlerindeki ruh idi. Onlar bu nurlarıyla yürürken: “Bizim nurumuzu tamamla.”
diyorlar. Allah da onlara salâh nurunu veriyor. Böylece nur tamamlanmamıştır,
iki nur olmuştur: Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ruhu sahabenin başlarının
üzerindedir ve O’nun başının üzerindeki kendi nurları olan Allahû Tealâ’nın
onlara verdiği salâh nuru vardır.
·
Salâh nurunun verilmesiyle bu makamın 3. kademesine
gelinir.
Salâh makamının;
1. kademesinde
günahların örtülmesi,
2. kademesinde
başlarının üzerine salâh nuru verilmesi,
3. kademede, günahlar
sevaba çevrilir,
ü
Bu kademesinde ise “Bize mağfiret eyle.”
talebinin cevabı olarak günahların sevaba çevrilmesi gerçekleşir. Allahû Tealâ
onlara mağfiret eder.
Bu mağfiretle salâh makamının 4.
kademesine gelinir.
Bu noktada Allahû Tealâ o kişinin hazır
hale gelmiş olan iradesini teslim alır ve iradeyi teslim aldıktan sonra o
kişinin zikri artık zikir olmaktan çıkar ve tesbih olur. O kişi tesbihin sahibi
olur.
Kim tesbihin sahibi olursa, Allahû Tealâ
bu makamda onun başının üzerine, onun ruh tayyi mekânı yapabilmesi için kendi
ruhunu getirir. O kişinin kendi ruhunu getirir. Salâh makamının bu mertebesine
ulaşan herkes için geçerlidir.
5. kademede, Burası
resûllerin dışındaki normal hüviyetteki bütün insanların ulaşabileceği son
makamdır. Burada Allahû Tealâ o kişiye: “İrşada memur ve mezun kılındın.”
cümlesi ile irşad yetkisi verir.
Herkes mürşid olamaz. Mürşid olmak
Allah’ın emri ile gerçekleşen bir husustur, bütün sahabe bunu başarmışlardır.
Bütün sahabe irşada memur ve mezun kılınmışlardır.
Tevbe Suresi’nin 100. âyet-i kerimesi
bizlere onu ispat ediyor:
9/TEVBE–100: Ves sâbikûnel
evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu
anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ
ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn
(evvelki hayırlarda yarışanlardan ulûl’elbab, ihlâs ve salâh makamlarını, en
üst üç makamı işgal edenler): onların bir kısmı muhacirînden (Mekke’den
Medine’ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine’deki yardımcılardan) ve
bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe
irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı
ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan
cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm)
mükâfattır.
Bütün sahabe, ensara da muhacirîne de
tâbî olmuşlar ve hepsi irşad makamının sahibi olmuşlardır. Bütün sahabenin bu
makama ulaştığını gördük.
İrşad makamına ulaşmak üzerimize
farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/ÂL-Î İMRÂN–102: Yâ
eyyuhellezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum
muslimûn(muslimûne).
Ey îmân edenler!
Hakkıyla takva sahibi olanlar (nasıl bir takvanın sahibi ise aynı onlar) gibi,
Allah’a karşı takva sahibi olun ve (ölmeden önce) Allah’a teslim olun.
Allahû Tealâ bütün devirlerdeki
insanlara: “Onlar nasıl bihakkın takvaya, hakkı tukatihi takvaya sahip
olmuşlarsa, siz de onlar gibi bihakkın takvaya sahip olun.” diyor. Sahâbe de
bihakkın takvaya, üzerlerine farz kılınan bihakkın takvaya sahip olmuşlar ve
kalplerinde bütün afetler yok olduktan sonra tam 19 mertebe müzeyyen olma
gerçekleşmiştir.
Bir insandaki nefs tasfiyesi devam ettiği
sürece mutlaka Allahû Tealâ onu bir gün irşad makamına kadar ulaştırır. Bu,
kişinin gayretine ve Allah’ın yardımına dayalı bir olaydır. Daimî zikre ulaşan
kişi daimî zikirden bir daha düşmez. İrşad makamına Allahû Tealâ tarafından
tayin edilen kişi irşad makamından asla alınmaz.
Nefs tasfiyesi, Allahû Tealâ’nın
muhteşem bir dizaynıdır. Kişiyi
mutlulukların doruğuna çıkarır.
Görüyorsunuz ki, dîni yaşamanın arka
plânında sadece nefs var, nefs var, nefs vardır. İşte bu 7 safha dizayn
içerisinde, reçeteyi uygulayan kişi nefsini tamamen Allah’a teslim eden bir
insandır. Resûlullah’ın deyimi ile konuşalım; “Men arefe nefsehu faka arefe
rabbehu; kim nefsine arif olmuşsa, Rabbine arif olmuştur.” Arif olmak, 7
safhada gerçekleşen bir olgudur. Kişi Rabbine şahitlik eder, arif olur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde diyordu
ki: “Artık küçük cihadlar bitti, şimdi büyük cihad başlıyor.” Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in küçük cihadla kastettiği, dış düşmanlarla olan bir harbi,
savaşı ifade eder. Büyük cihadla kastettiği ise kişinin kendi nefsine karşı
cihadını ifade etmektedir. Cihad-ı ekber, dînin gayesidir. Büyük cihada
başlayan toplumun bireylerine engel olanlar olursa, onlara karşı küçük cihadla
mücâdele etmeyi Allah bize farz kılmıştır.Allahû Tealâ buyuruyor ki:
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul
kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve
asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ
ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de)
üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir
hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün
bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Başlangıç noktasında insanlar Nefs-i Emmare’de dünyaya gelirler. Ve Nefs-i Emmare’deki kişi ya açık ya da gizli şirkin içerisindedir. Açık ve gizli şirkin içerisinde olan insanlar kesinlikle Allah’ın dîninin yaşanmasına engel olurlar. Dîni yaşamaya engel olan bu kişilere karşı, Allahû Tealâ kendimizi savunmak babında izin vermiştir. Ne demek istiyorum? Başkasını Allah yolundan saptıranlar, katilden daha büyük bir fitnenin içerisindedirler. O fitne insanları Allah’ın yolundan saptırmaktır. Küçük cihad, Allah’ın yolundan saptıranlara karşı yapılan bir cihaddır. Fiziksel bir olaydır ama asıl büyük cihad, nefsimize karşı verdiğimiz bir cihaddır.
Başlangıç noktasında insanlar Nefs-i Emmare’de dünyaya gelirler. Ve Nefs-i Emmare’deki kişi ya açık ya da gizli şirkin içerisindedir. Açık ve gizli şirkin içerisinde olan insanlar kesinlikle Allah’ın dîninin yaşanmasına engel olurlar. Dîni yaşamaya engel olan bu kişilere karşı, Allahû Tealâ kendimizi savunmak babında izin vermiştir. Ne demek istiyorum? Başkasını Allah yolundan saptıranlar, katilden daha büyük bir fitnenin içerisindedirler. O fitne insanları Allah’ın yolundan saptırmaktır. Küçük cihad, Allah’ın yolundan saptıranlara karşı yapılan bir cihaddır. Fiziksel bir olaydır ama asıl büyük cihad, nefsimize karşı verdiğimiz bir cihaddır.
Nitekim Allahû
Tealâ Kur’ân-ı Kerimi’nde, 7 safhada Hz. İbrâhîm’i bize örnek vermiştir. Her
safhada Hz. İbrâhîm; “Ben müşriklerden değilim.” demektedir. Neden? Allahû
Tealâ’nın bizim üzerimizde hakkı vardır. Bir de bizlerin Allah üzerinde hakkı
vardır. Biz Allah’ın üzerimizdeki hakkını yerine getirmedikçe, bizim Allah
üzerindeki hakkımızın gerçekleşmesi mümkün değildir.
Bizim Allah
üzerindeki hakkımız, Allahû Tealâ’nın kesinlikle bize azap etmemesidir. Azabın
olmadığı yerde mutluluk vardır, huzur vardır. Allahû Tealâ’nın bizi devamlı
mutlu kılması, bizim Allah üzerindeki hakkımızdır. Ama azaptan berî olmak
Allah’ın üzerimizdeki hakkı olan nefs tezkiyesi tasfiyesini gerçekleştirmemiz
farzdır. Nefs tezkiyesi ve tasfiyesi büyük cihaddır. Büyük cihad başkalarına
karşı savaşmak değildir. Büyük cihad, Allahû Tealâ’nın bize vermiş olduğu
iradeyle bizi mutsuz ve huzursuz kılan ve her türlü kötülüğü işlet tiren
nefsimizin tezkiye ve tedavisi istikametinde gayret göstermektir.
·
Yunus Emre diyor ki:
‘‘Uslu değil delidir, (akıllı değil, akılsızdır)
Halka sâlusluk satan. (başkalarına devamlı nasihatta bulunan)
Nefsini müslüman etsin, var ise kerameti.’’
Halka sâlusluk satan. (başkalarına devamlı nasihatta bulunan)
Nefsini müslüman etsin, var ise kerameti.’’
Yunus’un;
“Nefsini müslüman etsin, var ise kerameti.” dediği yerdeki, nefsi müslüman
etmek için yapılacak cihad, büyük cihaddır. Yunus Emre’nin bu sözleri ile
Bakara Suresinin 44. âyet-i kerimesi birbiriyle %100 örtüşmektedir:
2/BAKARA-44: E te’murûnen nâse bil
birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlûnel kitâb(kitâbe) e fe lâ
ta’kılûn(ta’kılûne).
İnsanlara birr'i (tezkiye ve teslim olmayı) emrediyorsunuz
da siz kendinizi unutuyor musunuz? Ve siz, Kitab'ı okuduğunuz halde hâlâ akıl
etmiyor musunuz?
En büyük keramet, nefsi müslüman etmektir. Kişinin nefsini müslüman edebilmesi vaaz ve nasihati evvelâ kendisinin yaşaması yani nefsini tezkiye ve tasfiye etmesi lâzımdır. Kendisi yaşamadıkça faydasız ilmin sahibidir. İlmi bilmek elbette 1. basamaktır ama asıl olan o ilmi yaşayabilmektir. Nitekim Allahû Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de faydasız ilimden bahsetmektedir. Faydasız ilim, kişinin kendi hayatına tatbik etmediği başkasının da yoldan sapmasına sebep olan ilimdir.
En büyük keramet, nefsi müslüman etmektir. Kişinin nefsini müslüman edebilmesi vaaz ve nasihati evvelâ kendisinin yaşaması yani nefsini tezkiye ve tasfiye etmesi lâzımdır. Kendisi yaşamadıkça faydasız ilmin sahibidir. İlmi bilmek elbette 1. basamaktır ama asıl olan o ilmi yaşayabilmektir. Nitekim Allahû Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de faydasız ilimden bahsetmektedir. Faydasız ilim, kişinin kendi hayatına tatbik etmediği başkasının da yoldan sapmasına sebep olan ilimdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.