21 Eylül 2015 Pazartesi

DAVRANIŞ BİÇİMLERİNİN OSMANLI DÖNEMİNDEKİ YERİ

DAVRANIŞ BİÇİMLERİNİN OSMANLI
 DÖNEMİNDEKİ YERİ


Âdâb-ı Muâşeret
Davranış biçimlerinin eski adı beşerî münasebetlerdir. Âdâb-ı muâşeret de davranış biçimlerinin âdâbı, edebi demektir.
Osmanlı İmparatorluğunda âdâbın bütün boyutlarıyla yaşandığını görüyoruz. Çünkü Osmanlı tasavvufu bütünüyle yaşamış bir imparatorluktur. Osmanlı’nın o dillere destan davranış biçimlerinden sadece 80-90 yıl geçmesine rağmen hiçbir eser kalmamıştır. Günümüzde ülkemiz, dünyada en çok suç işlenen beşinci ülke olarak yer almaktadır.
Dünyanın hayran kaldığı bir imparatorluğun ahfadıyız (torunlarıyız). Biz ki Osmanlı’yız. Şuan ki toplum düzenine baktığımızda dînî görevlerini yerine getiren insanların küçümsendiğini görüyoruz. Bir kadın artık sokaklarda başörtüsüyle dolaşamaz olmuş. Birçok resmi kuruluşa başörtülü kadın alınmıyor. Allah’ın bu kadar karşısında olmaları bize büyük bir cüret gibi görünmektedir.
Allah bu ülkenin evlatlarından umut kesmez. Neticede hepimiz birer yaratığız. Damarlarımızda Osmanlı kanı dolaşıyor. Fıtrat hiçbir zaman değişmez.
Osmanlı dediğimiz zaman bugünün tarih kitaplarındaki Osmanlıdan bahsetmiyoruz. Gerçek Osmanlı Devleti’nin anlatıldığı tarih kitapları okunmalı. Osmanlı, tarihini Allah’a dayalı bir hüviyetin içinde olduğunu yazmış. Osmanlı, dünyanın sevgisinin  de ötesinde hayranlığını kazanmış bir İmparatorluktur.
Müslüman ülkelerden gelen insanlar hâlâ: “Biz Osmanlı’ya hayranız.” diyorlar. Osmanlı devrinde, Osmanlı’nın bayrağı altında yaşamış olanlar hasretle Osmanlı’yı anıyorlar, hasretle aynı bayrağın altında olmak istiyorlar. O bayrak bir koruyucu kalkandı. Zulüme karşı Osmanlı bir direnişti. Bir şaha kalkıştı.
Osmanlı bütün dünyaya davranış biçimlerinin temel örneğini sergilemiştir. Osmanlı’nın kanında aldatmama vardır. Onları o noktaya ulaştıran tasavvuftur; yani ruhun, vechin, nefsin ve iradenin Allah’a teslimini içeren bir muhteşem dünya dizaynıdır. Hanedana baktığımız zaman onların başlangıcının mutlaka mürşide bağlı bir muhteva taşıdığını görülmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu, Sultan Osman tarafından kurulmuştur. Mürşidi Şeyh Edebali’ydi. Ve onun kızıyla evlenmiştir. Dînine tam olarak bağlı bir muhteşem Bey iken bir imparatorluğun başlangıcını oluşturmuştur. Kendi adına para bastırmış ve bir devletin ilk adımını atmıştır. Ve Osmanlı 600 yıl boyunca bir cihan devleti olmuştur. Adalet bu 600 yılın 500’ünde hiç aksamadan bütün boyutlarıyla yürütülmüştür.

Adalet
Osmanlı bizim ceddimizdi… Osmanlı’da davranış biçimleri dediğimiz zaman örnek davranışlar içinde yaşadıklarını görüyoruz. Bunlardan bir tanesi  Fatih Sultan Mehmet’in başından geçen adaleti anlatan güzel bir olaydır.
Fatih Sultan Mehmet, Fatih Cami’sini yaptırmak ister; yer arar. Şimdiki Fatih Cami’sinin bulunduğu yeri gözüne kestirir. Sahibini çağırır. Bu yerin karşılığını altın olarak ödemeye hazır olduğunu söyler ama sahibi: “Satmam.” der.  Fatih Sultan Mehmet oranın bedelinin iki katını, üç katını teklif eder; ama sahibi yine: “Satmam.” der. Fatih de lalasına sorup harekete geçer; Fatih Cami’sinin yapımı başlar. Bir gün arsanın sahibi ağlarken  kapısının önünden geçen bir yeniçeri onu görür ve der ki:
-         Niye ağlıyorsun?
Arazi sahibi cevap verir:
-         Başıma böyle böyle bir olay geldi.
Yeniçeri:
-         Git mahkemeye Kadı Efendi senin hakkını versin. Ya da ne istiyorsan söyle. Bu ülkede adalet  değişmez. Adalet mutlaka yerine getirilir.
Arazi sahibi:
-         Yahu bunu yapan senin padişahın.
Yeniçeri:
-         İyi ya biliyorum benim padişahım ama sen git ve mahkemede ne olduğunu gör.

Arsa sahibi, kadıya gider; Kadı Efendi padişahı mahkemeye çağırır. Mahkeme başlar. Kadı Efendi oturur; Fatih Sultan Mehmet ise ayaktadır. Birisi hâkim mevkiinde, birisi zanlı…
Fatih Sultan Mehmet anlatır:
-         Evet, ben bu adama oranın ne kadar değer ettiğini bir çok ayrı ayrı yerlerden tahkik ettim onların söylediğinin de iki katını, üç katını teklif ettim ama kabul etmedi. Benimse Allah’a verilmiş bir sözüm vardı. Buraya bir cami yaptıracaktım; mecburdum. Onun için ben bu camiyi yaptım.
Kadı Efendi arazinin sahibine sorar:
-         Evladım söylenenleri duydun. Bu arsayı o arsanın bedelinin 3, 4, 5 katına mı kaç katına satmak istiyorsun?
Arazi sahibi:
-         Benim malım satılık değil.
Kadı Efendinin teklifi devam etmez ve ona der ki:
-         Bak yavrum şimdi senin bu konudaki talepsizliğin, “Ben para kabul etmiyorum” ifaden bizim tarafımızdan bu Padişahın elinin mutlaka kesilmesini gerektirir. Biz bu görevi şartlar ne olursa olsun yerine getiririz. Ama sonra pişmanlık duymayasın evladım.

Yabancı dînden olan bu arsa sahibi adalet mekanizmasını kendi ülkesindeki gibi zannediyormuş; biraz yaptığından utanç duymuş. Bu kadar ciddi bir şekilde konunun neticeleneceğini ise hiç tahmin etmiyormuş. Konunun ciddiyetini Padişahın mutlaka elinin kesileceğini kesin olarak gördüğü zaman arsayı satmayı kabul eder; yüksek bir bedel söyler. Fatih Sultan Mehmet de o bedelin birkaç katını 5 katını veya 10 katını  hemen öder ve adama aylık bağlatır. Böylelikle de Fatih Sultan Mehmet’in eli kesilmez.
 Kadı Efendinin söyledikleri malın sahibini  tatmin etmeseydi ve de ısrar etseydi. O kadı mutlaka Fatih Sultan Mehmet’in elini kesmek mecburiyetindeydi. Ve bu işi mutlaka yapardı. İşte Osmanlı’da  adalet böyleydi.
Osmanlı’nın malikinde adaletsizliğe müsaade edilmezdi. Kim olursa olsun mutlaka adalet yerine getirilirdi. Osmanlı’da  olayların  bu kadar güzel tahakkuk etmesinin sebebi tasavvuftu.

Esnaf ve zanaatkârlar
Esnaf veya zanaatkârlara baktığımızda hepsi tasavvuftandı. Bir kişi, bir delikanlı mürşidinin önünde tövbe etmediği sürece o kişi çırak olarak alınmazdı. Ruhunu Allah’a teslim etmedikçe kalfa olamazdı. Usta olması için ise manevi açıdan çok daha ötede görevleri üstlenmesi gerekirdi. Ayrı ayrı tasavvuf dallarından bir tanesi mutlaka o kişiyi de muhtevasına alırdı. Çırak, kalfa, usta… Adalet bütün boyutlarıyla geçerliydi.
Çocukluğumuzda kapalı çarşıdan geçerken bakırcıların “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye bakırları dövdüğünü hâlâ bugünmüş gibi hatırlarız.  Bursa’da Yıldırım Beyazıt Cami’sinin bulunduğu kesime Yıldırım denir. Yıldırım’da mutafların bulunduğu yerden geçerken o zaman keçe yapanların o keçe kılından yapılmış olan nesneyi Allah, Allah, Allah, Allah, Allah… diye ayaklarıyla bir uçtan bir uca yuvarlayarak götürdüklerini defaatle görmüşüzdür.

Yeniçeriler
Osmanlı’da yeniçeri ocağına girerken mutlaka tâbiiyet söz konusuydu. Bir mürşide tâbî olmayan kişi yeniçeri ocağına giremezdi. Her 10 aileden yeniçeri olmaya namzet bir çocuk seçilirdi. Yeniçeriler dünyada en çok ücret alan askerlerdi. Avrupa’daki halk çocuklarının yeniçeri olması için büyük gayret sarf ederlerdi.
Yeniçeriler gerçekten büyük askerdiler. Savaş nizamlarında kösler çalma vardı. Kös çok ses çıkaran özel davullardı. Yeniçeri temposuyla kösler çalmaya başlayınca düşman askerlerinin tüyleri diken diken olurdu. Yeniçeriler düşmanın etrafında daire oluştururlardı. Daireyi yavaş yavaş merkeze doğru sıkıştırmaya başlarlardı. Bunun mânâsı şuydu ki; ilk safın arkasındakilerin o safı atlayıp da yeniçerinin üzerine atlaması mümkün değildi. Ve de kösler vurmaya başladığı zaman zaten düşman askerlerinin tüyleri diken diken olurdu.
Avrupalı ülkeler fethedildikçe oranın tımar, has, zeamet sahipleri asker beslemeye başlarlardı. Onlar yeniçeri değillerdi ama yeniçeriler kadar savaş muhtevasına sahip yeni bir grup oluştururlardı.
Üç grup toprak vardır; tımar, has ve zeamet. Her biri mutlaka asker beslerdi. Bu askerlerin adı akıncılar oldu. Hangi kumandan neresini fethederse orasının idaresi ona verilirdi. Osmanlı’nın memalikine yeni bir ülke daha katılmış olurdu. Ve bu muhteva Avrupa’da Osmanlı’yı örnek insanlar haline getirdi. Onlar Avrupa’da nam saldılar.

Kervansaraylar
Avrupa’nın içinde yapılan çok sayıda kervansaray herkesi Osmanlı’ya hayran bırakırdı. Osmanlı’nın kervansarayları herkese açıktı. Gelenler misafirdi. Belli bir süreye kadar ne atlarından ne de sahiplerinden ücret alınırdı. Hangi ülkeden, hangi dînden olursa olsun kervansaraylar bütün insanlara açıktı.

Postacılar
Dünyanın en hızlı posta sistemi Osmanlı İmparatorluğu tarafından kurulmuştur. Bu atların binicilerine yol boyunca tatar denirdi. Tatar ağası da onların başındaki kişiydi. Ayrı ayrı menziller söz konusuydu. Avrupa’ya gidinceye kadar en az 12 taneden oluşan menziller o atlılar için bir istasyondu. Acelesi olan tatarlar, yani haber iletenler, postacılar her durakta mutlaka at değiştirirlerdi. Dinlenmiş atla 1. menzilden 2. menzile, 2. menzilden 3. menzile ulaşırlardı. Böylece bütün Avrupa’yı 2 günde en çok 3 günde mutlaka aşarlardı. O devirdeki en hızlı posta sistemiydi. Son derece hızlı binicilerdi.
Bunlar tarihimizin, büyük Osmanlı Tarihinin kayda değer hususlarıdır.

Ahlâk
Osmanlı yükselme devresi boyunca aldatılma ihtimali olmayan ülke olarak bilinirdi. Ahlâkın en üst boyutta yaşandığı bir dönemdi. Bu dönemde yaşanan güzel bir örnek hikaye vardır.
Bir İngiliz tacir Kapalı Çarşı’da kumaş alıyor. Defolu bir kumaş çıkınca kumaşın sahibi olan Osmanlı diyor ki:
-                   Bu kumaş satılık değil. Çünkü bunun defosu var.
İngiliz tacir:
-         İyi ya ne olur? Madem ki defolu biraz daha ucuza verirsin böylece ben onu senden almış olurum.
Kumaş sahibi:
-         Satmam sana bunu. Bu kumaşın defolu olduğunu gören kişi sana gelip soracak, sen bu kumaşı nereden aldın diye. Ve benim adım geçecek. Ben Osmanlı’yım. Bu güne kadar kimseye defolu kumaş vermedim sana da vermem.

Osmanlı’da her şey farklıydı, hayat farklıydı ve insanlar mutluydu. Asker, tamamen Allah’ın askeriydi; tasavvuf erbabıydı. Halk tamamen tasavvuftaydı. Devletin asker dışındaki diğer erkânı onlar da tasavvuftandı. Her padişah bir mürşide bağlanmıştı.
Osmanlı padişahlarından olan Fatih Sultan Mehmet’in bu konuda güzel bir hikayesi vardır.
Padişah olan II. Murat’ın yanına Hacı Bayram Veli ve Akşemseddin Hazretleri geliyor. Fatih’in babası soruyor:
-         Sultanım acaba bize İstanbul’u, o Şehri İstanbul’u fethetmek nasip olur mu ki?
O sırada Fatih Sultan Mehmet 5 yaşında babasının tahtının etrafında oynuyor. Hacı Bayram Veli Hazretleri diyor ki:
-         Padişahım hayır.  Sizin için söz konusu değil. Ama bu işi yapacak olan, bu çocuk. Onun için Şemseddini getirdim. İstanbul’u alacak olan işte budur.

Fatih Sultan Mehmet daha 5 yaşındayken İstanbul’u alacağını biliyordu. Ve Akşemseddin onun hocası oldu. Çok geçmedi Fatih Sultan Mehmet babası II. Murat’a geldi dedi ki:
-         Ben senin oğlun değil miyem?
O da cevap verdi:
-         Oğlumsun.
Fatih soruyor:
-         Peki, mademki ben senin oğlunum, sen Sultani İklimi Rum değil misen?
II. Murat:
-         Sultani İklimi Rum’um
Fatih:
-         Öyleyse sen Sultani İklimi Rum isen ben senin oğlunsam bu Akşemseddin beni niçin dövüyor.
II. Murat:
-         Ha, hatırlar mısın sen 5 yaşındaydın onu  birisi getirmişti. Hacı Bayram Veli, işte o da beni dövüyordu.

Osmanlı gerçekten dünya üzerinde görülmemiş, hayran olunacak bir imparatorluktu. Hiçbir devirde hiçbir toplum Osmanlı’nın yaşantısını yaşayamamıştır. Başka devletlere hâkim olan birçok imparatorluklar olduysa da hiçbirinde adalet Osmanlı gibi gerçekleşememiştir.
 Osmanlı bir ülkeyi sömürmek için hiçbir zaman işgal etmemiştir. Avrupalı devletlerde  halkla asiller arasında korkunç bir farklılık söz konusuydu. Asiller ikna edilmedikçe mahkemeye celp edilemezlerdi. Asillerin yoldan geçerken atlarıyla insanları çiğnemesi, öldürmesi suç teşkil etmezdi. Oradaki hanlar her gece mutlaka birkaç tane cinayetin işlendiği, insanların sabaha kadar kafayı çektikleri bir sarhoş yatağıydı. Her tarafta silahlı insanlar pusu kurarlar başkalarını tuzağa düşürürler; öldürürler; kaçarlar ve bir başka yerde yaşantılarını devam ettirirlerdi. Adaletsizlik bütün boyutlarıyla revaçtaydı, rüşvet, kötüye kullanma, suistimal…
 Osmanlı hangi ülkeyi fethettiyse dikkat edin işgal tabirini kullanmıyoruz. Hangi ülkeyi fethettiyse İlâyî Kelimetullah için fethetmiştir. “İlâyî Kelimetullah” Allah kelimesinin sonsuz devamlılığı anlamına gelmektedir.
Davranış biçimlerinde herkes en güzel şekilde teçhiz edilmişti. Çocukları kimse sebepsiz yere cezalandırmazdı. Bir çocuğun yanlış işlediğini gören büyükler onların yanına gidip kulaklarını çekmek hatta dövmek hakkının sahipleriydi. Ama bu nadir olarak vücuda gelirdi. Çünkü çocuklar hataları kendilerine anlatıldığı zaman onları bir daha yapmamak üzere tembihlenmiş olurlardı. Şımarık bir çocuğa hiçbir yerde rastlanmazdı.
Evlerde pederşahî aile nizamı vardı. Büyük  bir konağın içerisinde gelinler, damatlar bir arada kalırlardı. Ailenin en yaşlısı aile reisi olurdu.
 Her mahallede mutlaka bir cami vardı. Caminin imamı o mahallenin mutlaka muhtarıydı. Camiye gelenler caminin yakınındaki bir taşın aralığından, oyuğundan oraya para koyarlardı. Zenginler o gün koymaları lâzım gelen parayı koyarlar, paraya ihtiyaçı olanlarda ihtiyaçları kadarını alıp geri kalanını tekrar oraya yerleştirirlerdi.
Biz Osmanlı’ya hayranız. Hamdolsun ki Osmanlı 600 yıllık bir dizaynı içerir. Ve 600 yılın daha ilk yılında Sultan Osman’ın devreye girdiği noktada bizim ceddimiz Evrenos Bey’de orada vazifeliydi. Birçok fetihlere imzasını atmıştır.
 Bu Osmanlı’ya hayranlığımızın bir nişanesidir. Osmanlı olmakla gurur duyarız, huzur duyarız,  bizi Osmanlı torunu olarak yarattığı için Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.